Uğur Ergan
Gençaydın'ın ardından
Geçen hafta, tanımaktan büyük onur duyduğum, atölyesini ziyaret edip, bilge sohbetlerinden çok şey öğrendiğim, değerli sanatçı ve hoca Prof. Dr. Zafer Gençaydın’ın vefatından duyduğum üzüntüyü dile getirerek, bu hafta kendisinden bahsedeceğimi belirtmiştim.
Çağdaş Türk resminde soyut dışa vurumcu akımının öncülerinden olan Gençaydın’ı 2010’lu yılların başında tanıdım. Her ikimizin de geçmişinde Almanya’nın olması sanırım birbirimizi anlamamızda önemli rol oynadı. “İbadet yeri” olarak tanımladığı o zamanki ismiyle Gazi Eğitim Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra, 1971’de gittiği Almanya’da Berlin Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu sınavına girip Prof. Hans Jeanisch atölyesine kaydını yaptıran Gençaydın, bu okuldan “Meisterschüler (Usta öğrenci)” sıfatıyla mezun olmayı başarmış bir isimdi.
Sanata ilgi duyan hemen herkes, soyut resmi anlama ve kavramanın zorluklarını çok iyi bilir. Karşısında uzun süre durduğunuz soyut resmi anlayabilmek için kafanızdan geçenleri dışa vuramamaktan tutun da, aniden gelebilecek “Ne anladığınızı sorabilir miyim?” sorusuna karşı insanın ister istemez kendisini hazırlama mecburiyetinden doğan sıkıntı da bir diğer gerçek. Kimilerine göre bu korku ve düşünce karmaşası bile soyut resmin hedefe ulaştığının en somut göstergesi.
BÜLBÜL ÖRNEĞİ
Gençaydın, yazılı anlatımının bile son derece zor olduğu “resimde soyut” olgusunun ne anlama geldiğini en iyi öğrenebileceğimiz isimlerden birisiydi. Çünkü Gençaydın, Avrupa resim sanatında önemli bir yer tutan, insan, doğa ve toplumsal olayların dramatiğini soyut dışa vurumcu tarzla tuvale yansıtan “Yeni Vahşiler-Neue Wilden” akımının kurucuları arasında yer almıştı. Soyuttaki ustalığında Almanya’nın payı çok büyüktü. Çok iyi hatırlıyorum bir atölye sohbetinde, soyutun ne anlama geldiğini, Picasso’dan mealen aktardığıyla şöyle anlatmıştı:
“Bülbülün sesini seviyor musun diye sorulduğunda, alınan yanıt elbette çok seviyorum olur. Ama bülbülün ötüşü ne anlatıyor diye sorulduğunda ise öyle durulup bakılır. Çünkü bülbülün sesi insanın kulağına hoş geldiği için seviliyor. Soyut, işte bülbülün sesinin kulağa hoş gelmesi gibi, göz zevkiyle haza ulaşmaktır.”
SOYUT DÜŞÜNCENİN OKULUDUR
Gençaydın’a göre sanat yapıtının bir işlevi de insanları düşünmeye yöneltmekti. Daha da öteye, düşünerek nesneyi ve kendisini aşmayı başarabilmek, perdenin arkasını görebilmekti. Soyutlamanın görüntünün kendisini başka imgelerle mecazi anlamda ifade ettiğini belirtip, “Soyut, düşüncenin okuludur” derdi. Bir peyzajdan örnek verip, anlatmıştı bir keresinde:
“Somut olarak yapılmış bir peyzajda gördüğünüz her şeyi anında algılarsınız ve beyninize kaydedersiniz. Ama soyut karşısında ne olduğunu anlayabilmek için düşünmeye zorlanırsınız.”
TUVALİNİ KENDİ YAPARDI
Gençaydın’ın bir diğer özelliği, tuvallerini rönesans döneminde olduğu gibi tutkallayarak kendi elleriyle hazırlamasıydı. Çok sevdiği memleketi Elazığ’dan gelmiş leblebi ve badem içleri atölyenin olmazsa olmazlarıydı. Her karşılaşmamızda davudi sesiyle “Merhaba Uğur bey” demesini asla unutmayacağım. Işıklar içinde uyusun.