Tolga Balcı
“Ah şu gazeteciler” neden örgütlenmez ki?
Bu yazının motivasyonunu journo.com.tr’de yayımlanan Mustafa Kuleli imzalı bir yazı oluşturuyor. Bunu söyleyip asıl niyetimi baştan belli etmek istiyorum.
Mustafa Kuleli’yi birebir tanımam; yazılarından ve çalışmalarından edindiğim izlenim de ona karşı bir önyargı oluşturmadı hiç. “Bu yazının motivasyonunu neden onun yazısı oluşturdu?” diye sorulacak olursa, yazarın “ah şu gazeteciler” deyip gazetecilerin neden örgütlenmediğini açıklamaya çalıştığı maddelerin gerçeğin yanından pek geçmediğini düşünmem diyebilirim.
Aslında o maddelere geçmeden bir konuda hakkını vermek gerekiyor. Türkiye’de gazeteciler sendikal örgütlenmeden kaçıyor ve bunun sebepleri gerçekten çetrefil. Ancak bir çözüm reçetesi sunmak istiyorsak bu kaçış üzerine hem sendikal mücadele alanında mücadele eden gazeteciler hem de örgütlenmeye pek yanaşmayan gazeteciler için ayrı ayrı başlıklar açmak gerekir.
Bu konuya üst perdeden yaklaşmak en kötü şey galiba ama bir gazeteci olarak beni diğer meslektaşlarımdan ayırt eden özelliğim ile örgütlü bir gazeteci olarak meslektaşlarımın örgütlenmiyor oluşuna ilişkin verebileceğim yanıtlarım da muhakkak var; Twitter’ın büyüsü, iş kaygısı, sendikaların güçsüzlüğü, gazeteciliğin kendine has sorunları, meslek kodu (işkolu) sorunu ve TİS (Toplu Sözleşme) sendikacılığının geldiği güncel durum vs… Bu toplam, kapıyı hep buraya açıyor: Gazeteciler örgütlenmiyor-örgütlenemiyor, örgütlenmek istediklerinde ise genellikle iş işten geçmiş oluyor ya da bir TİS imzalamayı başarsalar bile işlerinden olabiliyorlar.
Yukarıda saydığım sorunların aşılamamış olması tek başına gazetecilerin bireysel yönelimleri ile açıklanamaz elbette. Sendikaların kadro eksikliği ve hareket alanlarını sınırlı tutmalarını da göz ardı etmemek lazım. İğneyi kendimize batırmakla başlamalıyız sanki.
***
Mustafa Kuleli yazısında “ah şu gazeteciler” haykırışından sonra belirlediği maddelere “Türkiye’de gazeteciler tüketim alışkanlıkları bakımından batılı, örgütlenme motivasyonu bakımından doğulu. Batılı meslektaşlarımızla aynı ekipmanları kullanıyor, aynı haberleri okuyor, aynı dizileri izliyoruz. Ama iş örgütlenmeye gelince Ortadoğu ülkeleriyle aynı lige düşüyoruz. Birlik olup kolektif güç hâline gelmektense ‘her koyun kendi bacağından asılır’ diyoruz” ifadeleri ile giriş yapıyor.
Kendisi ile ilk ayrım noktamız burada beliriyor. Türkiye’de gazetecilerin örgütlenme sorunu Kuleli’nin bahsettiği kadar yüzeysel değil. Gazetecilerin “batılı” tüketim alışkanlıkları, “batılı” meslektaşlarımız ile aynı ekipmanları kullanması ve aynı dizileri izlemesi Türkiye’nin siyasi ve sosyal durumunu ıskalamamıza neden olmamalı.
Evet kapitalist üretim ilişkileri bizi Kuleli’nin övdüğü o “batılı” denilen kültürel fanusun içine aldı. Bir yandan da Ortadoğu’nun parçasıyız. Ama “doğululuk” ya da “batılılık” ölçütlerine sığmayan bütün özgünlükleriyle burası Türkiye.
Kuleli, oryantalist bir tavırla iyi olan her şeyin “batılı” kötü olan her şeyin de “Ortadoğulu” olduğunu düşünüyor olmalı. Uluslararası gazetecilik örgütlerinin yabancısı olmayan Mustafa Kuleli, Arap sendikal geleneğinin güçlü ve örgütlü olduğunu elbet biliyor. Türkiye’de yaşanan bu pespaye durumu “Ortadoğu ligi” diye açıklamaya çalışması da gerçeği perdeliyor.
Gazetecilik yaptığı halde mesleki meşruluğu devletin verdiği basın kartında aranan, gazetecilik yaptığı halde meslek koduna “ofis çalışanı” ibaresi eklenen ve gazetecilik yaparken her gün kolluk gücünün sopasını sırtında hisseden insanların yaşadığı ülke burası. İlk önce sorunun adını doğru koyalım; Ortadoğu liginde miyiz, süper amatör ligde miyiz, değil miyiz sonra tartışırız.
Kuleli gazetecilerin “Birlik olup kolektif güç hâline gelmektense ‘her koyun kendi bacağından asılır’ diyoruz” dediğini de iddia ediyor. Bu ifadeyi okurken açıkçası ben çok üzüldüm. Gazeteciler “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışı ile hareket etmiyor bu ülkede. Bunu söylemek gerçekten işyerlerinde, adliyelerde ve sokaklarda mücadele eden gazeteciler adına büyük haksızlık. Daha geçtiğimiz gün Metin Göktepe’yi anarken gazeteci dayanışmasının bu davada önemli bir rolü olduğundan dem vuruyordu bunları söyleyenler, bu daha da can acıtıcı.
***
Kuleli ikinci maddede ise “Değersiz ve zayıf hissediyoruz. Sektör kârlı değil, dolayısıyla maaşlar düşük ve üstelik herkes gazeteci. Ortada büyükçe bir pasta olsa, belki daha doyurucu bir dilim talep edeceğiz ama yok. Daha iyi çalışma koşulları uzak bir hayâl gibi. Kimse itiraf etmiyor ama galiba hâlimize şükrediyoruz” ifadelerini kullanmış.
Doğru okudunuz, tam olarak pastanın küçük oluşu nedeniyle düşük maaşların alındığı gibi bir belirleme var. Medya sektöründe medya patronlarını düşünerek örgütlenme faaliyeti yapmayacaksak pastanın küçük oluşu (sektörün kârsız oluşu) biz gazetecileri ilgilendirmez. Patronların bu pastadan nasıl pay aldıkları-alamadıkları da bizi ilgilendirmez. Bu söylemle gazetecilerin emeğinin hakkını talep etmesinden çok patronun kârlılığının öncelendiği açık. Üstelik bu, bir nesnelliği tespit etmekten çok, diğer masraf kalemlerinde gitmedikleri kısıtlamayı işçi ücretleri söz konusu olduğunda canhıraş savunan medya patronlarının arkasına sığındığı bir bahaneye de hak veriyor. Söylem gazetecilerin kendi aralarında rekabet etmesine yol açabilecek ve dayanışma koşullarını ortadan kaldırabilecek tehlikeli bir içerik üretiyor.
Ezcümle emeğimizin hakkı neyse alırız, alamadığımız durumda ise mücadele edeceğimiz adreslerimiz bellidir. “Pasta küçük, halimize şükredelim” diyen gazeteci arkadaşlarımız olabilir ama o pastayı biz var ediyoruz ve hakkımızı istiyoruz, bunu da buradan duyurmuş olalım.
En azından şunu ifade edebilirim ki gerçek bir sorun varsa bu konuda gazetecilerin dilimin küçük oluşundan dolayı kendisini “değersiz” hissedişi değil, örgütsüzlük nedeniyle güçsüz hissediyor oluşudur. Bu güçsüzlük Mustafa Kuleli’nin yazısında yaptığı yanılgı dolu tasvirin de birincil kaynağı.
***
Gelelim yazının “sessiz çoğunluğa” seslendiği yere Kuleli “’Sessiz çoğunluk’ medya çalışanları -Beyzanur’lar…” İfadeleri ile aslında asıl niyetini belli etmeye başlıyor.
Bir kadın gazeteci tasviri üzerinden ifade ettiği üzere örgütsüz gazetecilere “sessiz çoğunluk” diyor. Görebilene ve duyabilene gazetecilerin çığlığı gün gibi ortada. Özellikle Habertürk TV’de Muharrem Sarıkaya’nın yaşattığı skandalla gün yüzüne çıkmış olan medyada mobbing meselesi herhalde en yakıcı sorunlarımızın başında geliyor. Kuleli’nin de benim de birçok meslektaşımızın da bildiği isimler muhakkak var. Burası küçük bir mahalle ve herkes herkesi tanıyor ve biliyor. Aslında kimse sessiz değil. Herkes birbirinin sesini de çığlığını da duyuyor. İşin aslı bu sesleri örgütlü bir çığlığa dönüştürme noktasında ben de dâhil bizler yeterli adımı atmıyoruz, hata yapıyoruz, olan biten budur.
Kuleli devamında “Beyzanur’lar meslek örgütlerinde aktif olmadığı için, geneli temsil etmeyen gruplar organize olarak yönetimlerde söz hakkı kazanıyor” gibi bir ifade kullanıyor. Ne tanıdık bir ifade, değil mi?
Benim bildiğim, Türk-İş TGS’nin yönetiminde gazeteci arkadaşlarımız var. Gazeteci olmayanlar var mıdır bilmiyorum. Kuleli, “geneli temsil etmeyen gruplar” ifadesi ile hangi sendikayı, kişiyi veya kurumu kast ediyor bilemiyorum ama DİSK Basın-İş özelinde sendika yönetiminde matbaa kolumuzun temsilcisi hariç gazeteci olmayan ve meslekte geneli temsil etmeyen biri yok. Bunu söylememek senelerini bu mesleğe vermiş arkadaşlarıma haksızlık olur.
***
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekiyor anlaşılan; matbaa işçileri ve gazeteciler arasındaki ayrışma, ürünü aynı üretim sürecinde birlikte var eden basın emekçilerinin mücadelesini güçsüzleştirmekten başka bir sonuç üretmiyor. Okumak ve görmek isteyene sendikal mücadele tarihimiz, Cumhuriyet Matbaası grevinden bugüne bu ayrımın dönüp dolaşıp nasıl gazeteciler aleyhine işlediğine dair net yanıtlar veriyor.
Öte yandan, “geneli temsil etmeyenler” söylemi iktidarın toplumsal muhalefeti kriminalize ederken kullandığı dille de bir benzerlik taşıyor. “Geçinemiyoruz” eylemlerine, Gezi’ye, Boğaziçi direnişine, hatta şu an en güncel olan yerli aşı tartışmaları ile TTB’ye yönelik olarak iktidar unsurları tarafından sarf edilen karalayıcı söylemlerin gazeteciler arasında da basın örgütlerini hedef alacak şekilde sarf edilmesi fazlasıyla rahatsız edici. Evet bir sorun var ama o da bu söylemin kendisi.
Yazı “Yarın yeniden demokrasi yoluna girecek ülkemizde daha adil bir medya düzeninin temelleri bugünden atılıyor. Yani hiç umutsuz olmayın: Gazetecilik küllerinden yeniden doğmaya hazırlanıyor” ifadeleri ile bitse de yazarın yukarıda bahsedilen sorunlu tespit ve tasvirleri pek de teşvik edici değil. Bu şekilde ne gazetecilik küllerinden doğar ne de gazeteciler örgütlenir.
***
Ne yapmalı?
Bizim görevimiz sendikalarda yan yana gelen meslektaşlarımızın yoluna içerde ve dışarda taş koymak değil elbette. Görevimiz bu tartışma başlığı altında gazeteciliğin öznel gerçekliğini de dikkate alarak programlı bir sınıf siyaseti üzerinden örgütlemek.
Bizim görevimiz Türkiye’nin özgün dinamiklerini içine katarak bu mesleği yeniden yorumlamak, yeniden örgütlenmeyi sağlamak, yeni araçlar keşfetmek ve başarana kadar “Nasıl yapabiliriz?” sorusuna mücadele içinde yanıt aramak olmalıdır.
Bizim görevimiz patronların TİS masasını anlamsızlaştırdığı yerde fiili meşru mücadele yöntemleri bulabilmektir.
Bizim görevimiz mobbinge karşı özür beklemeden etkin söylem geliştirebilmek, büyük sermaye gruplarının oluşturduğu Medya Center’ların büyük matbaa sitelerinin kapısının önüne dikilmek olmalıdır.
Bizim görevimiz iktidarın ve medya patronlarının politikaları ile her gün bir yenisini daha kaybettiğimiz özlük haklarımız için kesintisiz mücadele edebilmek ve örgütlenmek olmalıdır.
Bizim görevimiz basın özgürlüğüne yönelik saldırılara, ekonomik krizin yıkımına, işsizliğe karşı dayanışma ağlarımızı güçlendirip tüm meslektaşlarımızın için yaşanabilir koşulları tekrar oluşturmak olmalıdır.
Gazetecilerin bu ülkede yaşadıkları sorunları amasız ve fakatsız görebilme becerisi olanlar, kendini “en mayınlı” alanda bile belli ediyor ve edecektir.