
Uğur Ergan
Kadir Akyol’un kadın portreleri
Kadir Akyol son dönemin popüler sanatçılarından birisi. “Inception” adını verdiği son serisinde, kadın figürünü merkezine alan sanatçı doğa, evren ve insan ruhunun çok katmanlı ilişkisini derinlemesine inceliyor.
Çalışmalarında Doğu ve Batı'yı birleştirmeye yönelik, gelenekselden evrensele dair üretimleri önemseyen Akyol, sanat tarihinde önemli bir yer tutan portre geleneğinin mirasını olağanüstü zenginlikte bir kaynak olarak kullanmaya çalıştığını belirtiyor. Farklı tarihsel dönemler ve kültürel bağlamlardan seçtiği imgeleri, kendine özgün bir dille bir araya getirdiğini söyleyen sanatçı, böylece eserlerinde geleneksel yaşantıda popüler olanla, modern resmin lirizm ve ironi unsarlarını dinamik bir şekilde yanyana veya içiçe eklemlediği düşüncesinde.
Kadir Akyol’a göre, sanatçının ilk dönem portreleri Türkiye’de neo- liberal ekonomiyle birlikte yaygınlaşan popüler kültürün gündelik yaşamı etkilemeye başladığı 80’li yıllardan izler taşıyor. Bu resimlerde, tek kanallı devlet televizyonunun renkli açılış ekranı üzerine yaptığı portreler ve portrelerin üzerine uyguladığı tekstil desenleri dikkat çekiyor. Fotoğrafın nesnesine sadakatinden dolayı ilk dönem eserlerinde “Biriciklik” duygusunun ağır bastığını vurgulayan Akyol, “Portrelerimde ifadelerin biricikliği, bakışlardaki derinlik ve dantel örtülerin loşluğu, yüzleri ikinci bir deri gibi örten dantelin kırılganlığı, nostaljik bir maske ve illüzyondan başka bir şey değil. Bu peçeler, örtüler, perdeler öznelliği korumaya çalışıyor” görüşünde.
ArtAnkara’da eserlerinin sergilendiği Artfolio reyonunda tanıştığım Kadir Akyol’la uzunca konuşma fırsatım oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında birçok koleksiyonerin duvarlarında eserleri bulunan Akyol’la daldan dala atlayarak yaptığımız sohbetten bazı bölümleri, sanatçının kendi ağzından özetleyerek aktarıyorum:
“Portrelerim, değişimin kaçınılmazlığını, insanın uyum sağlama gücünü, şimdiki zamanın enerjisini yükler. Eserlerim izleyiciyle diyalog halindedir ve izleyeni içten ve nezaketli bir etkileşim kurmaya zorlar. Yeni seri portrelerde, kumaş üstündeki yüzler ve dantel doku, yerlerini canlı, parlak renk vuruşlarına bırakır. Bu vuruşlarla perde yırtılmış, büyü bozulmuştur. Çünkü güzelliğin zemini, fonu, derinliği, tarihi, yaşı yoktur. Turuncu ve mavi renklerin çarpıcı kontrastıyla şekillenen kompozisyonlarda, kadın bedeni doğayla bütünleşir, çiçek motifleri cilde kök salarak figürleri adeta birer doğa tanrıçasına dönüştürür. Bu çiçeklerin büyüme süreci, kadın figürünün bedenini hem bireysel, hem de kollektif bilinçdışının bir yansıması haline getirir.

Ayrıca çiçeklerin bedende filizlenmesi, insanın doğa ve evrenle kurduğu kadim bağı da hatırlatıyor. Sakura çiçeği metaforu da, gecenin karanlığında açan bir umut ışığı gibi eserlerde kendini gösterir. Sakura çiçeğini, ruhsal dönüşümün ve içsel uyanışın bir sembolü olarak konumlandırmayı seviyorum. Böylece eserler, insanın kendi gölgeleriyle yüzleşip, yeniden doğduğu bir arınma sürecine kapı aralıyor. Çiçek motifleri de, farklı kültürlere ve dönemlere ait izler taşıyarak geçmiş, şimdi ve gelecek arasında organik bir köprü aslında. Bedende açan çiçekler, doğayla kurulan ilişkiyi hatırlatırken, mavi ve kırmızı tonların dinamik kullanımı yaşam-ölüm döngüsüne gönderme yapıyor. Bu imgeler, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını kucaklayan, bütünsel bir varoluş arayışını temsil ediyor.”