Çiftçiler kent kapılarında

Yıla dünyanın birçok farklı noktasında çiftçi eylemleriyle başladık. Geçtiğimiz hafta Alman çiftçiler Berlin’in turistik Brandenburg kapısındaydı. Romanya ve Polonya’da da eylemler var. Özellikle eylemciliğiyle bildiğimiz Fransa’da, günlerdir protestolar devam ediyor; hükümet binaları önüne gübre dökülüyor, traktörlerle otoyollar kapatılıyor, kentlerde trafik kilitleniyor. Hükümet, gösteriler hukuka uygun olduğu için engelleme gibi bir şey yok diyor.

 Peki çiftçiler neden ayakta?

Tabii sadece Almanya veya Fransa’da değil, dünyanın her yerinde çiftçi olmak artık eskisinden de zor. Kırsaldan kente göç büyük, çiftçilerin sayısı giderek azalırken beslemek zorunda oldukları nüfusun sayısı artmakta. Kazancın da çok iyi olmadığı fiziksel zorlukları fazla olan bu sektöre gençler de ilgi göstermiyor. Üstüne bir de iklim krizinin tarıma etkileri, beklenmedik aşırı hava olayları, yükselen giderler ve karşılığında tatminkar olmayan bir kazançla baş başa kalan çiftçiler…

Fransa’daki durum da bu genel çerçeveye dahil. Dünyanın her yerinde çiftçiler artık yapamıyoruz diye bağırıyor. Fransa örneğinde işin içine Avrupa Birliği’nin karmaşık kuralları, çiftçiyi bunaltan bürokrasi, serbest ticaret anlaşmaları nedeniyle ithalatın artmasıyla baş edilemeyecek rekabet gibi konular devreye gidiyor. Artan girdi maliyetlerden yakıt ve devlet desteklerinin, sübvansiyonların azalması her yerde şikayetlerin başlıca kaynaklarından. Diğer yandan iklim krizini kırmızı alarm verdiği noktaya kadar göz ardı eden hükümetlerin tarım ilaçları, su tüketimi gibi konularda almak istediği ani ve katı önlemler de çiftçileri zorluyor. Hep birlikte yarattığımız bu devasa sorunun çözümü yolunda sadece tarım çalışanlarından fedakarlık beklemek ne kadar doğru ve gerçekçi?..

Cuma günü çiftçiler traktörleriyle artık Paris çevresindeydi. Hükümet ise, çiftçilerin sesini duyduğunu söyleyerek bir dizi önlem açıkladı. Yeterli midir değil midir onu önümüzdeki günlerde göreceğiz, ama bütün bunlar olurken şunu düşündüm; çiftçiler kente giriş çıkış yollarını tümden kapatsa, Paris veya herhangi bir kent ne kadar kendi ürettiğiyle ayakta kalabilir? Distopik görünen bir soru ama görüyoruz ki gelinen noktada bunun da gerçekleşme olasılığı var. Kent tarımının koca koca kentleri doyuramasa bile kriz anlarında ne kadar önemli olabileceğini düşündüm sonra. İstanbul’un tarihten bu yana devam etmiş bostanları, fidanlıkları bugün duruyor olsaydı dedim… Sonra Kuzguncuk bostanını, Yedikule bostanlarını anımsadım, belediyenin İstanbul’da çiftçiye ücretsiz tohum desteği aklıma geldi.

Bir yandan Fransa’nın yeni başbakanı Gabriel Attal’ın dediği gibi tarımı artık her şeyin önüne koymak ve güvenli gıda konusunu stratejik bir yaklaşımla ele almak gerekirken, bu kapsamda kentlileri de aydınlatmanın, kent tarımını desteklemenin, canlandırmanın ve yanı sıra daha az çöp, daha az atık yaratan kentler hedeflemenin zamanı geldi de geçiyor.

Büyükdere Fidanlığı

Kent tarımı demişken geçtiğimiz günlerin güzel bir haberi olan Büyükdere Fidanlığı’nın yeniden canlandırılması ve açılması konusuna da değinmeden geçmeyelim. Tarıma büyük önem veren Atatürk’ün emriyle, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olan Muhittin Üstündağ tarafından 1930 yılında kurulmuş olan ve ülkemizin ilk fidancılık ve bahçıvanlık okulu olarak bilinen Büyükdere Fidanlığı – o zamanki resmi adıyla Büyükdere Meyve Islah Enstitüsü – hem Türkiye’nin her yerinden hem de Avrupa ve Amerika’dan getirilen meyve ağaçlarından oluşan bir damızlık bahçesine sahip, aşılı fidan yetiştirilen bir merkezdi. O yıllarda meyvecilikte İtalyan ekolü ağır basıyor. O nedenle meyvecilik uzmanı Dr. Leopold Bologna enstitüye davet ediliyor ve kuruluş aşamasında İstanbul’da yedi yıl kalıyor.

Meyveciliğin tüm yurda yayılması ve ağaçların doğru bakımında ara eleman ihtiyacının karşılanması için 1936’da bahçıvanlık okulu da faaliyete girmiş. Eğitim programı üç yıla yayılan müthiş kaliteli bir müfredata sahip; tohumdan fidana, sebzeden tarım alanlarında çalışmaya kadar her alanı kapsıyor.

Faaliyet gösterdiği yıllar içinde bin kadar ziraat teknisyeni yetiştiren bu okulla beraber fidanlıkta neler yok ki; lojmanlar, sulama havuzları, sebze bahçesi, üretim serası, tohumhane, arıhane, satış alanları gibi birçok birim var. Genç Cumhuriyet’in bu güzel kurumunun faaliyetleri 1997’ye kadar sürüyor ve sonra çeşitli nedenlerle atıl kalarak adeta kaderine ve çürümeye terk ediliyor. Bu önemli miras geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ön ayak olmasıyla yeniden canlandırılarak hayata döndürüldü. İçinde İstanbulluların yararlanabileceği yeşil alanlar, kütüphane ve özellikle çocukların tohumla, toprakla tanışmasını amaçlayan birimler, bitki satış noktaları var.

Her ne kadar tam bir fidanlık olduğu dönemle aynı işleve kavuşmasa da böyle kıymetli bir mirasa sahip bir alanın içinde kentsel üretimin de bulunduğu bir bakış açısıyla kente ve kentlilere geri kazandırılması güzel bir adım. Bugün Hacıosman adıyla bildiğimiz noktada, gitmesi çok kolay ve ziyarete açık, okulların da tatil olduğu şu günlerde çocuklarla çok güzel vakit geçirilebilir. Meraklılarına, İstanbul kitapçılarında bulunan Büyükdere Fidanlığı kitabını da tavsiye edelim.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esin Sungur Arşivi