Eda Yılmayan
“90’lı Yıllar Alacakaranlıktı Şimdi Gecedeyiz”
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde dersler veren Güventürk Görgülü dünyada ve Türkiye’de neoliberal medya düzeninin nasıl kurulduğunu ‘Alacakaranlıkta Gazetecilik’ kitabında anlatıyor. Gazetecilik mesleğine 1987 yılında YeniGündem Dergisi’nde ekonomi muhabiri olarak başlayan Görgülü, medyanın dönüşümünün, Babıali geleneğinden bugünlere nasıl gelindiğinin tanığı. “İdeolojiler üstü bir ideoloji” tanımıyla neoliberalizm kavramını inceleyen akademisyen, liberalizmden neoliberal düzene nasıl geçildiğini, şirketlerin yükselişini bununla paralel olarak çalışanların nasıl güvencesiz, sendikasız hale getirildiğini anlatıyor. Dünyada medya düzeninde yaşanan değişimle birlikte Türkiye’de 1980’lerin sonunda Özal’la önü açılan yeni bir medya düzenini görüyoruz. Türkiye’de basın sektörünün “büyük işe” dönüşmesi gazetecinin görevini, haber dilini de etkiliyor. Patronların yönetimindeki medya düzeninde yazı işlerinin hükmünün dönem dönem nasıl yitirildiği gazetecilerle yapılan mülakatlarda net bir biçimde ortaya konuyor. Muhabirin düşüşü, yıldız gazeteciler dönemi, gazetelerin süpermarkete benzetildiği yeni yapılar, astronomik maaşlar ve yitirilen haklar… Bugünkü medya düzeninin tohumlarının ne zaman ve nasıl atıldığını öğrenmek üzere Güventürk Hoca’yı Bilgi Üniversitesi’nde ziyaret ettik ve neoliberal medya düzenini konuştuk.
Neoliberal medya düzeniyle neyi anlamalıyız?
Neoliberalizm kapitalizmin daha fazla finansallaştığı, her şeyin finans sitemine bağlı olduğu, daha fazla piyasalaşmış yani kamunun yapacağı işlerin de özel sektöre taşındığı ya da devletin piyasa oluşturmak için aktif görev üstlendiği bir sistem. Buna karşılık örgütlenme ve toplumsal dayanışma mekanizmalarının da mümkün olduğunca zayıflatıldığı bir düzen. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sendikanın, sigortanın, emeklilik haklarımızın budandığı, insanların emekliliği, sağlığı da piyasadan satın aldığı bir yapı kuruldu. Neoliberalizmin üç ayağı olduğunu söyleyebiliriz: Finansallaşma, güvencesizleşme, piyasalaşma.
Peki medya bu yeni düzenden nasıl etkilendi?
Medya 80’lerden itibaren bu sistemin bir parçası oldu. Sermaye piyasaları, banka sistemi çok geliştirildi. Sermaye dünyada büyümeğe başladı. Büyük borç verenler, finans kapitaller olmaya başladı. Büyük şirketler, halka açılmalar… Şirketler büyümeye ve birleşmeye başladı. Burada pek çok kimsenin farkında olmadığı şey; halka açılma sistemi. Halka açılma oranları bizde düşük. Mesela ABD’de bir şirketin %98’i halka açık olabilir, %2’yi elinde bulunduranlar o şirketi idare edebilir. Birisi gidip size kârlı bir teklifte bulunduğu zaman ortaklar veya yönetim kurulu bunu reddedemez. Genel kurulda bu kabul edilir. Şirketin yönetimi teklifi reddederse iş mahkemeye kadar gider. Büyüyen şirketler diğerine teklif vermeye başladılar. Piyasaların büyümesiyle sermaye de büyümeye başladı. Teknoloji değişimi oldu. Üretim sistemi değişti. 60’ların sonunda Fordizm denen üretim ortaya çıktı, bir de dijital teknolojiler hayatımıza girdi. İlk girdiği yer medya oldu. Eskiden basın denilen şey vardı. Medya değişik parçalara bölünmüştü. Televizyon devletin tekelindeydi, sinema prodüksiyon, müzik şirketleri vardı. İşin dijitalleşmesiyle bunlarda bir entegrasyon oldu. Video, tv, müzik, gazete, bunların hepsi medya çatısı altında toplandı. Bir endüstriye dönüştü. O yüzden Time ile Warner’ın birleştiğini gördük. Walt Disney bir yapım şirketiyken dünyanın en büyük medya kuruluşlarından biri oldu. O arada Doğu Bloku’nun yıkılması ve yeni pazarların ortaya çıkması neoliberalizmin yelkenlerini şişirmiş oldu. Medyanın en başta değişen sektörlerden olmasının nedeni hem post Fordist sistemin dünyaya kolay yayılması, onu kolaylaştıran şeyin dijital teknolojiler olması ve bu teknolojilerin önce medyada kullanılması. Böylece maliyetler düştü ve pazar küreselleşti.
Bu düzenin ilk işareti Türkiye’de 90’lı yıllarda mı verildi?
Dünyadaki değişimin Türkiye’ye yansımalarının 1980’lerin ortalarından itibaren ortaya çıktığına, asıl değişim sürecinin ise 1990’ların ortalarından itibaren belirginleştiğine tanık olduk. 90’lardan önce Özal, Asil Nadir’i Türkiye’ye getirdi. Asil Nadir aslında İngiltere’de büyük bir holding sahibi, Güney Amerika’da meyve plantasyonları olan biriydi. Özal Türkiye’ye kendi kodlarına uygun basın sermayesi getirmek istedi. Asil Nadir’in medyaya girmesi ilk işaret fişeğidir. Batışıyla birlikte arkasında büyük bir enkaz bıraktı. İşler 90’lardan sonra öyle bir hale geldi ki geri dönülmez bir şekilde sermaye finansallaştı, tekelleşme başladı. Bu süreç yurtdışındaki gibi Türkiye’de de bütün piyasaların geliştiği bir dönem oldu.
“DAYANIŞMA YERİNE EGOSANTRİZM TEŞVİK EDİLDİ”
Peki neoliberalizm medya düzenini nasıl değiştirdi? Türkiye’ye etkisi nasıl oldu ve neoliberal birey nasıl oluştu? Bu değişime gazeteciler nasıl ayak uydurdu?
Ayak uydurmayan zaten eleniyor. Şirketler açısından bir sorun yok. Medya öyle bir cazibe merkezi haline geliyor ki meşhur insanlar oluşuyor, zenginleşme oluyor. Medya sektörüne doğru insan kaynağı da akıyor. Kapıda bedavaya çalışmaya hazır bir insan kaynağı var. O zaman sektörde basının ileri geleni sayılabilecek gazeteciler de çok fazla direnç göstermediler. Çünkü sendikasızlaşma olayı çarpıcı bir olaydı.
Asıl kırılma o diyebilir miyiz?
Sendikasızlaşmanın hemen öncesinde bir toplu sözleşme tartışması var. Mesele işten insan çıkartılacağı zaman iş yeri kurulları oluşturulsun çalışanların da temsilcisi olsun tartışması çıkıyor. Gazete İşverenleri Sendikası’nın kabul etmediği şey bu aslında. Sonra o madde olmadan sözleşme imzalanıyor ardından Aydın Doğan yazı işleri müdürlerini çağırıyor. Sabah’ta sendika yok, bizde de olmasın diyor ve buna kimse direnmiyor. Sendikadan istifa edin Aydın Bey size verecek deniyor. O ilginç.
Gazetecilerle yaptığım görüşmeler sonucunda aslında ne 1980’lerde ne 1990’larda ne de 2000’lerde basın gruplarındaki çalışma koşullarının pek de bugünden görüldüğü kadar özgürlükçü, hakların üstün tutulduğu, gazetecinin ve gazeteciliğin korunduğu bir ortam olmadığını gösteriyor. Aksine adım adım hakların yok edildiği, var olduğu düşünülen bazı mesleki geleneklerin ve ilkelerin ortadan kaldırıldığı, örgütlenmelerin yok edildiği, gazetecilerin atomize olduğu, kendi aralarında yarışa sokulduğu, dayanışma yerine egosantrizmin teşvik edildiği dönemler olmuştur. Türkiye’de sendikalı olunan dönemde de yazı işleri bağımsızlığı tartışması olmamış. O yüzden de zaten Türkiye’de ana akım medya yok! New York Times hâlâ New York Times. Patronun, sermayenin yazı işlerine karışma hakkı sınırlanmış. Bizde 50 senede o tartışma olmamış. Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Simavi gibi insanlar tarafından yazı işleri bağımsızlığı kollanmış ama kurumsal olarak değil! Yeni gelen insanlar patronun karışma imkânı olduğunu benimsemiş. Mesleki normların eksikliği, gazeteci kimliğinin oturmamış olması sendikasızlaşma… Çok kolay bir şekilde yıkıma sebep oluyor.
BABIALİ PATRONLARI KENDİ BİNDİKLERİ DALI KESTİLER
Siz kitabınızda gazetecilerin Babıali’yi anlattıkları dönemden övgüyle söz ettiklerini ancak hiç de söz edildiği gibi bir dönem olmadığını belirtiyorsunuz. Simavilerden kaynaklı bir anlayış olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Hem gazeteciler hem de çoğu araştırmacı tarafından Babıali geleneği olarak adlandırılan gazeteci-patron yapısının Babıali’de hiçbir zaman saf olarak var olmamasıdır. Bu görüş büyük ölçüde Simavi kardeşlerin sektördeki hakimiyetinden ve baskın kişiliklerinden kaynaklanıyordu. Halbuki o dönem doğru düzgün atlatılmış olsaydı, sendika yazı işleri varlığı olsaydı bugünlere böyle gelmezdik.
Patronlar iç dengeyi yok ederek, yazı işlerinin sınırını çizmeyerek ya da gazeteciyi değiştirilebilir biri olarak görünce kendi bindikleri dalı kestiler. Asil Nadir medyaya girene kadar gazeteciler bir bankacının aldığı kadar maaş alırdı. Sendikanın sağladığı sözleşmeler vardı. “Üç maaş ikramiye” olduğunu anlattığımda öğrenciler anlayamıyor. İlk Asil Nadir’le astronomik paralar konuşulmaya başlandı. Bankada çalışan insandan çok daha yüksek maaş almaya başladık. Nadir sonradan battı, insanlar aylarca maaş alamadı ama sonuçta bir düzeni yıkmış oldu. Aydın Doğan Hürriyet’i satın aldıktan sonra “Ertuğrul (Özkök) aşağıda makine dairesindeki adam kadar maaş alıyor” dedi. Aslında işçinin maaşı yayın yönetmenine yakınsa işçi iyi maaş alıyor demektir. Bir denge vardı.
Kişisel rekabet, öne çıkma, işin içine ünlü olmak, para kazanmak girdi. Kendi ekibini oluşturanlar, kendi adamına daha çok para verdirenler oldu. Özel televizyonların çıkması reklam pastasını çok büyüttü. Medyaya para yağmaya başladı. Aynı zamanda peş peşe iletişim fakülteleri açıldı. Bunlar olurken Babıali’de çalışan insanların örgütlenme, bir araya gelme istekleri hep sonuçsuz kaldı. Birtakım insanlar çaba gösterdi ama ego çatışmaları, politik sebeplerle gazeteciler tekrar bir dayanışma sistemi kuramadı.
“ŞEFFAF BİR MEDYA DÜZENİ YOK!”
Bugünkü medya düzenini nasıl tanımlarsınız? Alacakaranlık ifadesi bugünkü düzeni anlatmaya yeter mi?
Alacakaranlık anlattığım dönemin, 1990’lı yılların karanlığı. Şimdi gecedeyiz. Türkiye’de hiçbir zaman olmadığı kadar bilinmezlik var. Kim neyin sahibi, kim nerede bilinmiyor. Kimin ne olduğu eskiden belliydi. Aydın Doğan’ın ya da Sabah Grubu’nun şirketleri bilinirdi. Kim ne kazanmış, kim hissedar bilinirdi. Şimdi hiçbir şeyin şeffaf olmadığı bir medya düzeni var. “Medyanın %90’ı hükümetin kontrolünde” desek, hükümet ispat istese net veri yok! Herkes biliyor ama veri yok! Kaynakların bu kadar dengesiz dağıldığı bir medya düzeni herhalde şimdiye kadar yaşanmamıştı. Toplum yüzde elli bölündüyse yüzde 90 kaynak bir tarafta diğer tarafta ise %10 kaynak var. Kısıtlı kaynakla doğru düzgün habercilik oluşamıyor. Para, insan, zaman lazım. O kaynak ayrılamadığı için ucu ucuna haber üretiliyor. Bu haliyle bile çıkan haberlere bakınca önemli. Kaynak olsa neler yapılacak?
NEOLİBERALİZMİN İFADESİ:
PİYASALAR BUNU NASIL KARŞILAYACAK?
1987 yılında gazeteciliğe başlıyorsunuz. Pek çok değişimin tanığısınız. Teknoloji bunun önemli bir parçası. Ekonomi muhabirliği alanında çalışmanız yaptığınız çalışmayı nasıl besledi?
Borsanın başlangıcından beri Cağaloğlu sonra Karaköy Rıhtım Caddesi, borsanın sermaye para piyasalarının nasıl büyüdüğünü, gazetelerin içinde bunların nasıl yer kapladığını görme şansınız oluyor. Sabahları ekonomi programları başladı, para piyasaları haberleri verilmeye başlandı. Ekonomi muhabirliği yapmış olmam tüm bu sürece alıcı gözle bakmamı sağladı. Televizyonlar olmadığı zamanda piyasalar bunu kabul eder mi etmez mi ya da ekonomiyle ilgili bir yazıda veyahut köşe yazılarında bu ifade seyrek kullanılırdı. 2000’lerden sonra söylem “piyasalar bunu nasıl karşılayacak” oldu. Adam öldürülüyor, piyasalar bunu nasıl karşılayacak deniliyor. Toplumun temel sorusu piyasalar buna ne diyecek oldu. Neoliberalizm tam olarak bu cümlede özetleniyor. Sen ölsen kimsenin umurunda değil!
“GAZETECİ KİMLİĞİ OLUŞTURULMALI”
Ana akım gazetecilikten havuz medyasına dönüşen bir medya ortamında gazeteci itibarını nasıl koruyabilir? İşini hakkıyla yapan muhabirler bugün de var. Ancak tarikatların ve iktidarın baskısıyla, tehditleriyle karşı karşıyalar.
Gazetelerin yeniden okuyucuyla, izleyiciyle bir düzen kurması lazım. İzleyici için haber yapılan, okuyucuya karşı sorumluluğu olan bir düzen olmalı. Onun içinde bu yeni düzende gazeteci kimliğinin oluşturulması lazım. Aslına bakarsanız burada şu anda gazetecilik yapıyor dediğiniz yerlere bakın eski solcu gelenekten gelme gazeteler ya da eski düzenin gazetecisi olan insanlar. Yavuz Oğhan da Fatih Altaylı da öyle. Yeni medyanın içinden şahsına münhasır bir gazeteci kimliği çıkmış değil. Eskinin insanları ona uyum sağlayıp işini yapmaya çalışıyor. Haber yapma şeklinin değişmesi, okuyucunun habere ihtiyacı olduğunu bilmesi, buna inandırılması gerekiyor.
“NEOLİBERAL DÜZEN SİZE BİR ŞEY TARTIŞTIRMIYOR”
Dijital yayıncılık bu yeni medya düzeninden nasıl etkilendi?
Ana akım medya kalmadı diye hayıflanıyoruz. Ana akım medyanın görevi topluma yapılandırılmış bir gündem sunması. Düzenin adamları da olabilir orada. Bu bile olsa ne tartışılacağı konusunda ana akım medya belirleyici. Şimdi o parçalandı. Zaten neoliberal sistemin özelliği de bu. Size bir şey tartıştırmıyor. Ona gerek yok zaten. Siz karar vermeyeceksiniz ki zaten hangi partinin kimden ne farkı var, birini seç hayati bir karar vermiyorsun. ABD’de falan da ciddi bir yıpranma var. Eski düzendeki gibi değil ama bize göre nispeten daha iyi. Medya şu anda bir propaganda makinesi gibi kullanılıyor. Televizyon başlı başına öyle.
GAZETECİ DEĞİL FENOMEN OLMAK İSTİYORLAR
Gençler medyada çalışmak istiyorlar mı? Mezunlarınızın yüzde kaçı medyada çalışıyor? Elinizde böyle bir veri var mı?
Öğrencilerimiz ağırlıklı olarak sosyal medyada çalışıyor. Son 15 senedir bu böyle. Eskiden gazetecilik yapmak isteyen öğrencilerimiz olurdu ama artık sosyal medya fenomeni ya da yöneticisi olmak istiyorlar. Habercilik yapmak isteyen öğrenci sayımız yıllar içinde düştü. Aslında haberciye duyulan ihtiyaç da düştü. Piyasada şu anda haberci ihtiyacı yok, maddi karşılığı da yok!