Boray Acar
Ülkesine Fransız, Fransa’ya demokrat…
Paris yanıyor... 17 yaşındaki Nahel Merzouk, Paris’in banliyösü Nanterre’de arkadaşları ile birlikte bir tanıdıklarından ödünç aldıkları kiralık araç ile gezinti halinde iken polisin dur ihtarına uymaması nedeniyle sıkıştırıldı ve göğsüne sıkılan tek kurşun ile hayatını kaybetti. Bir görgü tanığının olaya dair anlatılarını içeren videonun sosyal medyada viral olması ile protestolar başladı. Protestolar şiddet eylemlerine dönüştü, 1 milyar euro’nun üzerinde maddi hasar ve çok sayıda gözaltı söz konusu. Tabii yaşananlar, tüm dünyanın gözlerini Paris’e çevirmesine neden oldu.
Türkiye konuya yakın ilgi gösteren ülkelerin başında geliyor. Klasik diplomasinin gereklilikleri dışında bu ilginin iki boyutu var. İlki, vatandaşlık verilen sığınmacı/mülteci kitlenin ileride benzer sorunlara sebep olma ihtimali... Özellikle üstünde durulması gereken bir olgu olmasına rağmen konu hızla siyasileşti ve sulandırıldı. Böyle olmasında iktidar kadar, salt mülteciler üstünden politika üreten ve ırkçılığı kışkırtan unsurların payı da yadsınamaz. Bu siyasi dalaşma, buna bağlı birçok meselenin sağlıklı bir zeminde kolektif bir bilinçle ve rasyonel akıl ile ele alınmasını zorlaştırıyor. Dolayısıyla; politize olmuş kışkırtıcı yaklaşımlar iktidarın refleksif tepkilerini tetikliyor…
Oysa, benzer hadiselerin yaşanması için verili şartlar Türkiye’de de mevcut. Her şeyden önce sadece resmi verilere bakılsa bile – gerçeği yansıtmadığı malum – 5 milyon gibi bir sığınmacı sayısıyla en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke durumundayız. Muhalefetin iddia ettiği 10 milyondan başlayan ve 13 milyona varan sayıların kaynağı ise belirsiz. Vatandaşlık verilen veya verilecek olan nüfusun sosyal entegrasyonundan ziyade geri gönderilme metodu ve takvimi üstüne retorik yapılıyor. Bölgesel yaşam alanları ve gettolaşmalar ile, entegre olmak yerine, zamanla kendi yaşam tiplerini ve kültürlerini mevcut kent kimliğine dayatmaları kaçınılmaz. Olası kaosları önleyici unsur, toplumun “ensar ve muhacir” geleneğine olan nispi saygısı. Gerçi Türkiye’ye özgü olmayan konjonktürel ırkçı siyasetin, zaman içinde bu anlayışı ne kadar aşındıracağını ve farklı unsurları toplum nezdinde ne denli düşmanlaştıracağını öngörmek de kolay değil. Sonuç itibariyle Paris’te yaşanan hadiselerin ders alınması ve buna bağlı politika üretilmesi gereken veçheleri var ve göz ardı ediliyor. Gerek üçüncü sayfa haberi çizgisinde ele alınan gündelik olaylar, gerekse geçtiğimiz günlerde Dilovası’nda yaşanan türde kapsamlı kalkışmalar meselenin üstüne ciddiyetle gidilmesi gerektiğine dair mesaj veriyor.
Konuya gösterilen ilginin ikinci boyutu ise Batı düşmanı siyasetçilerin ve kalem sahiplerinin bu konuyu Batı’yı eleştirmek ve Osmanlı geleneğini yüceltmek için bir fırsata çevirme gayretleri... Fransa’nın kolonyal anlayışından tutun da kanlı mazisine ve barbarlığına kadar, gerek akademik, gerekse siyasi düzlemde bir dolu söz söyleniyor, yazılıyor, çiziliyor. Protestoların haklılığı vurgulanırken, kanlı şiddetten zevk alanlar da var. Bu öyle dolaylı yollardan falan da yapılmıyor. Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni’nin “Paris’in Afganistan/Pakistan sınırından daha tehlikeli bir destinasyon haline geldiğini fark ettiğimde içimde doğan sevinci bastıramıyorum…” ifadesi, bu hastalıklı ruh halini yansıtması açısından iyi bir örnek... Konuyu bu açıdan ele alanlar ekseriyetle iktidar çevreleri... Buna mukabil; tarihi gerçekleri inkar eden de Fransa tarihi adına savunma psikolojisi ile hareket eden de yok... Hatta protestoların haklılığı konusunda, nadir görülen türden zımni bir mutabakat söz konusu.
Gel gelelim bugün Fransa’da yaşananlardan hareketle demokrasi havarisi kesilen iktidar yanlısı duyarlı(!) zevat, kendi ülkesindeki haksızlıklar ve hukuksuzluklar karşısında üç maymunu oynamayı tercih ediyor. Sahi; yaşadıkları ülkede, 700. hafta eylemlerini yapan ve tek amaçları kayıp çocuklarının akıbetlerini öğrenmek olan, (aklını ve vicdanını kaybetmemiş olan herkes için makul bir talep) bunun için sesini duyurmaya çalışırken yaka paça gözaltına alınan Cumartesi Annelerinin dertleriyle dertlenen var mı içlerinde? Ya da Nahel’in annesinin milyonları protestoya çağıran çığlığı ile Cumartesi Annelerinin, Berkin’in, Ali İsmail’in annelerinin feryatları arasında bir özdeşlik kurmayı düşünebilen? İddianamesi, İbn Haldun ve Atatürk atıfları ile güya zenginleştirilmeye çalışılan ve memleketin hak arayıcıları ile seçilmiş milletvekilini hukuksuz bir şekilde içeride tutmalarına yarayan Gezi Parkı davasının yarattığı utanılası mağduriyete karşı çıkmak da iyi bir başlangıç olabilir…
Velhasıl; kendi kapısının önüne bakmayıp Fransa’daki Müslümanlar için duyar kasmakla demokrat olunmuyor, sevimsiz olunuyor…