Eda Yılmayan
Sınıf Eksenli Yeni Bir Cumhuriyet Tarihi Yazılabilir Mi?
‘100. Yılın Ardından Sınıflar Devrim ve Devlet’ kitabının Tarih Vakfı’nda yapılan toplantısında 100.yılın ardından Cumhuriyet’i sınıf perspektifinden yorumlamak mümkün mü? sorusu tartışıldı.
İmge Yayınları’ndan çıkan, editörlüğünü Türkiye’de burjuvazi, tüccarlar ve entelektüeller üzerine çalışan Neslişah L. Başaran Lotz, Geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet dönemi yönetim tarihini inceleyen Fatma Eda Çelik ile kültürel ve entelektüel Soğuk Savaş, entelektüel tarih ve tarih yazımı üzerine odaklanan Cangül Örnek’in üstlendiği ‘100. Yılın Ardından Sınıflar Devrim ve Devlet’ Cumhuriyet’e sınıf penceresinden bakan bir kitap. Peki daha önce bu açıdan bir tarih yazımı ele alınmamış mı diyecekler için elbette bu tür yayınlar az da olsa var ancak yeterli sayıda değil!
Kitabın tanıtımı Tarih Vakfı’nda düzenlenen ‘Yüzüncü Yılın Ardından Cumhuriyet’i Sınıf Perspektifinden Yorumlamak’ başlıklı bir toplantıyla gerçekleşti. Toplantıya kitabın editörlerinin yanı sıra çalışmaya ‘Öküzlerin Boynuzu Üzerinde Duran 1920’ler, Cumhuriyet Sığır Vebasını Nasıl Yendi?’ makalesini yazan akademisyen İbrahim Can Usta da katıldı. Toplantıdaki önemli bir farklılık ise Türkiye’de sınıf mücadelelerini kaleme alan Sungur Savran’ın kitabı değerlendirmesi ve araştırmacılara eleştirilerini yöneltmesi oldu. Savran, sözlerine “Benim için bugün tarihi bir gün” diyerek başladı. “Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri kitabımın birinci cildinin 30 yıldır devam eden yalnızlığına son veriliyor. 100 Yılın Ardından Sınıflar, Devrim ve Devlet kitabının başlığı dahi kendi başına son derece önemli. Türkiye tarihini sınıf temelinde araştıran çalışmalar yapılıyor ama bu kitabın özelliği sınıf kategorisini Türkiye tarihinin anlaşılmasında eksik taş olarak ortaya koyması ve onsuz bir şeyin tam olarak anlaşılamayacağını söylemesidir.”
CUMHURİYET TARİH YAZIMI NASIL ŞEKİLLENDİ?
Toplantıya kitabın amacının ne olduğuna ilişkin değerlendirmesiyle başlayan Neslişah L. Başaran Lotz çalışmasında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde burjuvazinin önemli bir kısmını oluşturan Müslüman-Türk tüccarları inceliyor. Araştırmasında önemli olan ve incelediği konu ise 1920’lerdeki Türk gemi sahipleri, armatörler. Türkiye’de burjuvazi mi vardı ki bir burjuva devrimi olsun diyenler için Başaran’ın çalışması her ne kadar sanayi burjuvazisi olmasa da güçlü bir Müslüman Türk tüccar sınıfının varlığına ilişkin bilgi veriyor.
Sungur Savran, Neslişah Başaran’ın çalışmasıyla ilgili “Devrimin sınıfla ilişkili olduğunu açıkça gösteriyor. Ancak bir eksik var: Evet örgütleniyorlar, kendi sorunlarını çözmeye çalışıyorlar ama Müslüman Türk burjuvazisi 1908-1912 arasında beraber gelişme çabasının ardından gayrimüslim burjuvazi ile hunharca bir mücadeleye girişiyor. Müslüman-Türk burjuvazinin yanında devlet gücü var. İttihat ve Terakki’nin bir burjuva partisi olduğunu söyleyebiliriz Kemalizm için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Çalışmanızda o bağlantı kopuyor. Tehcirin ve soykırımın nasıl sınıflarla ilgili olduğunu yazdım. Doğrudan sınıflarla ilişkisi olan yanları da olduğunu anlattığımı zannediyorum” dedi.
Cumhuriyet tarih yazımına ilişkin “büyü bozumu” ifadesini kullanan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi Cangül Örnek bunu kitapta Tarihçi Sina Akşin’in Fransız Devrimi’ne dair yapılan eleştiriye verdiği yanıtla açıklıyor. “Sina Akşin, 200.yılında 1789 Fransız devriminin bir burjuva devrimi olmadığı iddiasını gündeme getiren revizyonist tarih yazımını eleştirirken bu yazının, koca devrimi o denli heyecan verici olmayan bir olaylar sıralamasına indirgediğini belirtir. Akşin’e göre bu şekilde yapılan tarihçilik bir çeşit gizemsizleştirme, demistifikasyon ya da ütülüme işlemedir.” Cangül Örnek de Cumhuriyet tarih yazımına ilişkin Sina Akşin’den hareketle “büyü bozumu” ifadesini kullanıyor.
Cumhuriyet Tarihinin “Büyü Bozumu” Egemen Tarih Yazımının Ortaya Çıkışı başlıklı makalesiyle ilgili Cangül Örnek, “Resmi tarih eleştirisinin tarih yazımına egemen olduğunu ve bunun Türkiye’de tarih yazımı açısından bir kısırlık yarattığını düşünüyorum. Resmi tarih yazımı yerine egemen tarih yazımı ifadesini kullanmayı tercih ettim. Çünkü resmi anlatıyı şekillendiren sadece devletin resmi tarih anlatısı değil!” diyor. Makalesinde Örnek egemen tarih yazımını şöyle anlatıyor: Belli bir döneme ya da olguya dair hegemonik hale gelen ve kamusal tartışmayı belirleyen tarih yorumu.
1960’lara ve 70’lere yoğunlaşan Örnek bunun nedenini de “1980’lerden sonra Cumhuriyet, Kemalizm çok eleştirildi ondan önce Türkiye solu Kemalizm’i hep seviyordu, alkışlıyordu sanılıyor. Oysa önceki dönemi okuduğunuzda ciddi bir Cumhuriyet ve Kemalizm eleştirisini görüyoruz ama bir farkla. 1960’larda 70’lerdeki akademisyenlerin, sol, Kemalist eğilimli araştırmacıların eleştirilerinin hep bir sahiplenici eleştiriyle yürüdüğünü düşünüyorum” diye açıklıyor. Örnek bunun zamanla değiştiğini, 1970’lere gelindiğinde ise azaldığını, sert bir eleştirinin hâkim olduğunu ve hatta reddiyeci bir yaklaşımın yoğunlaşmaya başladığını belirtiyor. 1980 sonrasında Kemalizm’in neden eleştirildiği konusunda ise “Darbeciler geldi, sola ağır bir saldırıda bulundular. Dolayısıyla Kemalizm’e gösterilen tepki devlete gösterilen tepkiye dönüştü” açıklamasının kolaycı olduğunu söylüyor. “Ben bunun arkasında bir birikim olduğunu düşünüyorum. Kemalizm’le 12 Eylül Atatürkçülüğü farklı şeyler! 12 Eylül darbecileri zaten sol Kemalistlere büyük bir darbe vuruyor. Dolayısıyla nasıl oluyor da 12 Eylül darbecileriyle Kemalizm aynı şey olarak kodlanıyor?”
Cangül Örnek’in tarih yazımına ilişkin makalesi kitabın bütününü de anlamamızı kolaylaştırıyor. Yapılan tartışmalar, siyasal süreç ve bugün politik anlamda da yaşadıklarımız Cumhuriyet tarihinin nasıl örüldüğünü gösteriyor. Sungur Savran, Örnek’in çalışmasında 1980’lerin eksik olduğunu, onun da yazılmasının gerekliliğini vurguladı. İlgililer için Cangül Örnek’in bu tarih yazımını bütünsel olarak ele alan bir kitap üzerinde çalıştığını da belirtelim.
CUMHURİYET’İN SIĞIR VEBASIYLA MÜCADELESİ
Toplantıda söz alan diğer konuşmacı ‘Öküzlerin Boynuzu Üzerinde Duran 1920’ler: Cumhuriyet Sığır Vebasını Nasıl Yendi?’ Başlıklı makalesiyle İbrahim Can Usta oldu.
Usta Cumhuriyet devrimine kırsaldan bakıyor ve ilk on yıla odaklanıyor. “TBMM’nin ilk on yılına ait tutanaklarını karıştırdım. 1930’lar Cumhuriyet’in kurumsallaştığı yıllar. Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO), Köy Enstitüleri gibi özellikle tarım alanındaki yenilikler 1930’ların sonunda ortaya çıkıyor. 1920’lerde savaş yıllarının gölgesini görüyoruz. 1920’lerde kırsalda bir toparlanma söz konusu. Savaş sonrası insan sayısı, hayvan varlığı, tarımsal üretimi yakalamak bile başlı başına bir başarı sayılabilir. Sığır vebası mücadelesinin de bu süreçte önemli bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Kırsal kesimde işlerin çoğunu hayvanlar yapıyor. Onları ortadan kaldıran büyük bir hastalığın sadece veterinerlik tarihinin konusu olmaması gerekir diye düşündüm.”
Usta sığır vebasının 1993 harbiyle birlikte özellikle Anadolu’yu kasıp kavuran ve her baharda yeniden ortaya çıkan bir hastalık olduğunu belirtiyor ve ekliyor. “İmparatorluk döneminden gelen ciddi bir birikim var. Bakteriyolojihane, serum ve aşı var ancak Ankara hükümeti sığır vebasıyla mücadele etmek için 1930’da düğmeye basıyor.” Araştırmada İktisat Vekaleti Ali Baytar Mektebi’nin laboratuvarında yapılacak bir aşı araştırması için gerekli bütçenin sağlandığını ve İç Hastalıkları Uzmanı Rıza İsmail Bey ile bakteriyolog Ethem Bey’in geliştirdikleri sığır vebası aşısının hastalıkla mücadelede etkili olacağını düşündüklerini okuyoruz. Çünkü serumun etkisi geçici ve hastalığın önü alınamıyor. Oysa hayvan varlığı tarımsal üretimde, ulaşımda önemli. Baytarların da hastalığın görüldüğü bölgelere gönderildiğini görüyoruz. Meclis tutanaklarında ciddi tartışmalara yol açan, hayvanların telef olmasına, Ankara sokaklarında biriken sığır leşlerine dair dönemin vekilleri Müdafaa-i Milliye ve Sıhhiye Vekaletlerinden durumla ilgili bir açıklama bekliyor. Usta “Israrlı bir takip söz konusu. 1932’de sığır vebasından kurtuluyorlar. 1969’a kadar bir daha Türkiye’de bu hastalık görülmüyor” diyor. Ancak dönemin tutanaklarında birtakım çıkar çatışmalarının ve gerilimlerin olduğunu belirten Usta, “Ziraat Vekaleti var mı yok mu belli değil! Baytar sayıları çok az. Ödenekler az. Tarım programı ortada yok! Bir tarım politikası da yok! Bütçe görüşmeleri sert geçiyor. Bir başka gerilim konusu büyük toprak sahiplerinin ve tüccarların çıkarları ve bürokratlara yönelttikleri sert eleştiriler. Onları gerçek hayattan kopuk olmakla suçluyorlar. Bir başka konu da yoksul köylülerin kısa erimli çıkarlarının baskın çıkması ve itlaf, karantina, ticaret yasağı, temiz belgesi gibi memurların bu tür uygulamalarını hoş karşılamamaları” diyor ve ekliyor: Tüm bunlara rağmen hastalık def ediliyor. 1920’lerde kırsal üretim ve tarım açısından toparlanmanın ardında bu zaferin yattığını düşünüyorum.
Sungur Savran, Usta’nın makalesinin Aziz Nesin ve Orhan Kemal’in üslubunda bir metin olduğunu, ancak yazının girişinde sorulan “Bir siyasal devrimin dönüştürücü gücü nasıl sınanır?” sorusunun bu örnek üzerinden açıklanamayacağını belirtti.
“SÖMÜRÜ VE TAHAKKÜM İLİŞKİLERİ İÇİNDE TARTIŞILAN BİR DEVLET YOK!”
Kişisel İktidardan Millet Meclisine Saltanattan Cumhuriyet’e kitabıyla Doğan Avcıoğlu ödülüne layık görülen Fatma Eda Çelik, kitapta yer alan Cumhuriyet Bir Gecede mi Kuruldu? Modern Devletin Oluşum Sürecine Dair Sorgulamalar başlıklı makalesiyle devletin tek bir biçimde tartışıldığını hem Osmanlı Devleti hem de Cumhuriyet’in kuruluş aşamasının özellikle 1980’den sonra bir hegemonya mücadelesinin tarihi haline geldiğini söyledi. “Üç kamusal söylem öne çıkıyor. Hegemonya mücadelesinin parçası olmuş ilk söylem “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” söylemidir. Özellikle 2012 Cumhuriyet kutlamalarının milat alındığı bir süreçte o döneme kadar çılgın Türkler söylemiyle giden daha milliyetçi tonun ağırlıkta olduğu ama 2012’den sonra “Yarın Cumhuriyet’i kuracağız” söyleminin öne çıktığı aşamada giderek daha hegemonik olma iddiasında olan bir söylem olarak kendini yeniden kurduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemlerde liberal muhafazakâr ittifak diyebileceğimiz ceberrut devlet söylemi. Kamusal söylem düzeyinde ortaya çıkan şey; Cumhuriyet’e karşı demokrasi düşüncesi. Değişmeyen bir devlet var. Kamusal söylemin ardında bir günde kurulan, kurucu fail Atatürk tarafından değiştirilmiş olan bir devlet. Bu sürekli sivil toplum üzerinde tahakküm kuran bir devlet söylemi. İkisinin de aslında 2011-2014 yılında liberal muhafazakâr ittifakın içinden gelen, ondan kopan ve kendine yeni bir hegemonik alan yaratan ezel ve ebed devlet anlayışı. Üçünün de karşı karşıya geldikleri noktalarda bile onları ortaklaştıran şey; devletin kendi başına bir entite olduğu anlayışı. Sorun devletin devingenliğinin görünmemesi ve bunun ayrı bir inceleme konusu yapılmaması. Aynı zamanda toplumdan da kopuk. Toplumsal sınıflarla birleştiği yer de burası. Dolayısıyla sınıflarla ilişkisinin görünür olmadığı üç kamusal söylem var.”
Çelik, 2011-2014 dönemecinde ezel-ebed devletin hegemonik hale gelmesini sağlayan unsurun devletin sorgulanmayacak şekilde ele alınması olduğunu söylüyor. “100.yılın akabinde şöyle bir kitap yayınlanabiliyor: Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti’ne Kuruluş. Burada artık kuruluşun bile varlığının yok sayıldığı, sürekli kendini gerçekleştiren, idealize edilen bir devlet karşımıza çıkıyor. Yani sömürü ve tahakküm ilişkileri içinde tartışılan bir devlet yok!”
Savran, Fatma Eda Çelik’in çalışmasına dair “Cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin literatürümüz tartışılırken genellikle solun içindeki görüşleri tartışıyoruz. Çalışmanız sağın içinden çıkan son derece tutucu ezel-ebed ideolojisini karşısına alıp inceleyen bir sonuç getiriyor. Ancak söylediğiniz üç ekolün kendi yarattığı çerçeve karşısında ne duruma düştüğünü anlatmıyor bize” dedi.