Boray Acar
Sakın “Kader” deme…
Kişisel vehimlerle ülke yönetilemeyeceği gibi, inançlar da bu çağda bir yönetim anlayışının referansı olamaz. Bir liderin inançları; ahlak anlayışında, adalet duygusunda ve dünyevi eylemlerinde etkili ve yönlendirici olabilir. Bunun da, toplum hayatına dolaylı yollardan olumlu yansımaları da olabilir. Ancak; toplum, er ya da geç doğru olanı veya gereğini yapıp yapmadığınız ile ilgilenir, hangi saiklerle öyle davrandığınız ile değil. Orası sizin iç dünyanız ile alakalı bir durumdur, toplumu ilgilendirmez. Eğer doğru olanı yapmamanıza rağmen, toplumu her ne şart altında olursa olsun tevekkül etmeye veya kadere boyun eğmeye davet ediyorsanız, kusura bakmayın ama samimi değilsinizdir ve “kader” gibi muğlak söylemleri kabahatinizi meşrulaştırmak için kullanıyorsunuz demektir.
Bu girizgâhın sebebi belli… Bartın’da grizu patlamasında 41 madencimizi kaybettik ve ülkeyi yönetenler bu felaketi “kaderin planı” olarak gördüklerini söylediler. Öncelikle kayıplara Allah’tan rahmet, geriye kalanlara da sabır diliyorum. Olayın düğümlendiği yer belli. Bu felaketlerin hiç yaşanmaması veya yaşanması durumunda kayıpların asgaride tutulması için ne yapıldığına odaklanmamız gerekiyor. Amasra Taşkömürü İşletme Müessesesini denetleyen Sayıştay’ın 2020 yılı raporu, gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı noktasında bir karara varılabilmesi için yeterince bilgi içeriyor. Raporu okuduğumuzda, söz konusu maden ocağında yaşanan iş kazalarının neredeyse tamamının, tedbir alınması hâlinde önlenebilecek türde kazalar olduğunu görüyoruz. Yani nelerin eksik yapıldığı, nelerin yapılmadığı net olarak ortada…
Sayın Cumhurbaşkanı’nın sosyal medya mesajı şöyleydi; “Adli Makamlarımız canımızı, ciğerimizi yakan bu elim hadiseyi tüm boyutlarıyla soruşturacak, en ufak bir ihmali dahi karşılıksız bırakmayacaktır.” Burada bir hususu aydınlatmak gerekiyor; o da şuurlu kalem sahiplerimizin dahi dillerine doladığı “cezasızlık” meselesi. Senelerdir inşaat firmalarında yöneticilik yapmakta olan bir mühendis olarak, kişisel tecrübelerimden yola çıkarak bir takım gerçekleri dile getirmek istiyorum. Bir defa; bu tip kazalar asla cezasız kalmıyor. Otorite ile sermaye arasındaki gizli ve kirli ittifak gereği, cezalandırılanlar, bu işlerde ekmek parası için çalışmak mecburiyetinde olan mühendisler, “imzası satın alınan” profesyoneller oluyor. Sermaye sahipleri, kazançları ile mukayese edildiğinde komik parasal müeyyideler ile deyim yerindeyse ödüllendiriliyorlar(!) Teknik sorumluların, mevcut şartlara itiraz etmesi durumunda, imza atacak yeni kurbanların bulunması ise bu ekonomik koşullarda sermaye sahibi için çocuk oyuncağı…
Siyasi otoriteler tarafından neredeyse lanetlenen TMMOB bünyesindeki İnşaat Mühendisleri Odası aylardır, “Her Şantiyeye Bir Şef” sloganı ile kampanya yürütüyor. Amaç; bir mühendise aynı anda denetim yapabilmesi fiziki açıdan mümkün olmayan birkaç işyerinin sorumluluğunun verilmesine karşı çıkmak. İnsan sağlığı, iş güvenliği ve iş kalitesi açısından olması gereken de bu. Peki, mevcut durum kimlerin işine geliyor? Elbette, sermaye sahibi müteahhitlerin ve iş adamlarının… Çünkü az önce bahsettiğim sermaye sahibini korumayı önceleyen gizli ve kirli ittifak bunu gerektiriyor. Anlayacağınız; uygulamaların kanunlara uygun olması, rasyonel olmasını da hukuki olmasını da gerektirmiyor.
Tabii kanunlar da her durumda uygulanmıyor. İş yerleri, iş sahibine önceden bilgi verilmeksizin, Çalışma Bakanlığı müfettişleri tarafından plansız olarak denetleniyor. İşin durdurulması ve iş yerinin kapatılması çok karşılaşılan bir uygulama değil. Tabii burada sermaye sahibinin ensesinin kalınlığı da belirleyici unsurlardan biri… Malum; iki tane çalışanın hayatı kurtulacak diye milyar dolarlık yatırımların durdurulması, denetimi yapan memurun haritada kendisine yer beğenmesi (!) ile de sonuçlanabilir. Velhasıl; insan hayatına mal olabilecek eksiklikler tespit ediliyor, bu tespitleri içeren bir rapor düzenleniyor, eksikliklerin ve kusurların giderilmesi için zaman tanınıyor. Genellikle, herhangi bir ceza-i müeyyide uygulanmıyor! O güne kadar ölümlü bir iş kazasının -şans eseri de olsa- yaşanmamış olması “iyi niyet gösterilmesi ve müsamahakâr davranılması” için gerekçe olabiliyor. Görüldüğü üzere; bir çalışanın hayatını sürdürmesi; “alın yazısı”na değil, daha ziyade şansa bağlı.
Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, kazaları önlemek veya asgariye indirmek mümkün… Yeter ki, siyasal irade bunun için sermayeyi karşısına almayı göze alabilsin. Tabii bunun için de her felakette dogmatizme sığınmayan, çağı yakalama gayreti içerisinde olan bir yönetim anlayışına ihtiyacımız var. Soma Davası’nın tutuklu avukatı Can Atalay gibi onurlu hukuk insanlarını susturmaya değil, yaşatmaya ihtiyacımız var. Hülasa topyekûn değişime ihtiyacımız var…