Boray Acar
Muhalif Görünen Yandaş Gazetecilik!
Politikanın biz – onlar ayrımına sıkışmasını körükleyen, kutuplaşmayı keskinleştiren ve siyasi tutumu takım tutma basitliğine indirgeyen bir anlayış gazetecilikle bağdaşmaz. Meslek etiği gereği gazeteci, sorgulayan ve toplumsal farkındalığın oluşmasına katkıda bulunan tarafın temsilcisi olmakla mükelleftir. Hülasa gazetecilik, var oluş maksadı itibariyle ve her durumda muhalifliğe matuf olmak zorundadır. Elbette omurgasızlıkla özdeş bir tavır eksikliğinden veya kimliksizlik olarak nitelendirilebilecek bir kaçınma hâlinden söz etmiyorum. Gazetecinin; ilhamını, doğruları söyleyebilmeye motive bir ruh hâlinden alması gerektiğinin altını çiziyorum.
Özellikle bugünlerde Rusya – Ukrayna savaşını dış basından takip edenler, gazetecilik hüviyeti ile yayın yapan koca koca kuruluşların hiçbir etik kaygı gözetmeksizin nasıl propaganda makinesine dönüştüklerini hayretle izliyorlar. Tarih boyunca, kolonyalizm ile halkları sömüren, böylece zenginleşen ve giderek güçlenen Batı’nın bir insani yardım örgütü kisvesine bürünerek iletişim aygıtlarını çalıştırması mide bulandırıcı. Elbette diğer tarafta da durum hiç farklı değil. Hâkim olduğu coğrafyada kurduğu acımasız düzen ile yıllarca kimliksizleştirme politikası izleyen ve hâlen kapanamayan derin yaralar açan Rusya da gücü nispetinde kendi propagandasını yapmaya devam ediyor. Sonuçta bedel ödeyenler, öldürülen, yaralanan ya da göç etmenin acı hatıralarını çantalarına tıkıştırarak evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar oluyor. Basın da bu trajediyi insan odaklı değil, güç odaklı yansıtan ve dünya kamuoyunu yanıltan bir aygıta dönüşüyor. Sakın ha; o trajedi görüntülerine bakarak bir karar vermeyin, onların arka planında, ekseriyetle birilerinin derin çıkarları var.
İçeride de işler hiç farklı yürümüyor. Siyasi iktidarın güdümünde yayın yapan ve eskinin makbulü mafya reisinin tabiri ile “namusu maaşı kadar olan sözde gazeteciler ve yayın organları” hız kesmeden iktidar propagandası yapmaya devam ediyorlar. Bu durumda toplumun ihtiyacı; hiçbir baskıya boyun eğmeyen ve her ne şart altında olursa olsun taraf gözetmeksizin doğruları söylemekten ödün vermeyen, kısacası gazetecilik yapmak için direnen birilerinin varlığı olmalı. Yani siyasi tarafgirliği değil, gerçeği topluma aktarmayı önceleyen bir anlayışa gereksinim varken, muhalif olarak nitelenen birileri de diğer bir tarafın temsilcisi gibi davranıyorlar ve o tarafın “konjonktürel doğrularını” aktarmayı görev biliyorlar. Dolayısıyla “yandaş – muhalif” ayrımı olarak kavramsallaştırılan ve günlük konuşma dilimize sokulan şey, aslında “yandaş – yandaş” çatışması olarak zuhur ediyor.
Birlikte okuyalım: “Namuslu siyasetin rol modellerinden biri olan, muhafazakâr yurtsever Abdüllatif Şener’in, istese bugün bile hâlâ bakanlık koltuğunda oturma imkânı varken, elinin tersiyle itip, CHP’den milletvekili olmasının… Milletin gerçek aksakallısı, samimi Müslüman Temel Karamollaoğlu’nun iktidar nimetlerinden faydalanmak varken, CHP ile aynı ittifak içinde yer almasının… Ali Babacan’ın, Ahmet Davutoğlu’nun, deveyi havuduyla götürme imkânları varken, ceketlerini alıp çıkmalarının, millet ittifakına güç katmalarının… Varlığıyla onur duyduğumuz “hacı” Meral Akşener’in, CHP seçmenleri tarafından en az kendi partisinin seçmenleri kadar sevilmesinin, sayılmasının…”
Bu satırlar CHP Liderinin meclis grubunda yaptığı konuşmadan alıntı falan değil. Namı diğer muhalif(!) medyanın çok okunan mensuplarından Yılmaz Özdil’in pazar yazısından bir alıntı. Milli görüş içerisindeki çıkar çatışmasında payına düşeni alamadığı için muhalif olmayı seçen birilerini namus timsali gibi göstermek veya “Sivas Katliamı” denince akla gelen isimleri “kanaat önderliği” seviyesine yükseltmek, hangi maksatla olursa olsun, gazetecilik etiğiyle bağdaşabilir mi? Bu insanların; “Ethem Sancak”ın da itiraf ettiği gibi “dış destekle ülkeyi avuçları içine almış olan Siyasal İslam” anlayışının mensupları olduğunu göz ardı ederek, ülkenin başına gelen kötülükleri AKP ile sınırlandırmak nasıl bir aklın ürünü olabilir? Unutamayız ya hadi, İçişleri Bakanlığı yaptıkları 90’lı yılların kâbusu eskilerde kaldı diyelim… Kısa bir süre önce Montrö’nün önemini vurguladıkları için darbecilikle suçlanan ve hâlihazır savaş ortamında haklılıkları bir kere daha anlaşılan eski askerlerin “zevzek” olduğunu düşünen etnik milliyetçi parti liderini, akademik unvanı ile anarcasına, “hacı” sıfatı ile yüceltmek ve varlığı ile onur duyacak kadar benimsemek; bir aydının tavrı olabilir mi? (Bu arada “asker”, herkesten fazla Özdil’in hassasiyetidir.)
Ülkenin durumu göz önünde bulundurulduğunda, iktidar değişikliğine olan ihtiyaç aşikâr… Ancak; tamamıyla siyaset mühendisliğinin ürünü olan, bir geçiş dönemi modeli olmaktan öteye anlam taşımayan, yeni düzenin sevimsiz neticeleri olan ve böyle olduğu aklı başında herkesçe de bilinen ittifakları kendi içinde bir tutarlılığa oturtmaya çalışmak, dahası ünsiyet kuracak kadar hemhal olmak, toplumsal karşılığı olan bir gazeteciye yakışmayan çirkin bir tutumdur. Mevcut iktidarı göndermek dâhil olmak üzere nasıl bir siyasi fayda beklenirse beklensin, gazetecilik ilkelerinden bu denli ödün verilmesi, her şey bir yana ayıptır.