Gülsüm Kav
Bozuk Düzende Sağlam Çark Olur mu?
Herkesin eşit hakkı olan sağlığı, eğitim gibi, adalet gibi, ne kadar temel hak varsa hepsini, hayvanları, doğayı, en nihayetinde bütün bir gezegeni, ticarete, rekabete kurban eden, iyi bir hayatı sağlamakta bu kadar aciz olan işleyişi değil de, “kötüleri”, “çeteleri”, “çürümeyi” konuşamayız.
Yine Türkiye’nin tansiyonunu yükselten olaylar art arda yaşanıyor ve yine hepsine ilişkin tek tek üzüntü belirtenlerin, ki aralarında yöneticiler de var, vicdan yüklerini hafifletmelerine tanıklık ediyoruz. Halbuki gerçekten kadınların parçalanarak öldürülmelerinin önüne geçeceksek cezasızlık düzenine son vermekten başka yol yok. Hastanelerdeki bebek cinayetlerine yaşlıların eklendiğini görmek istemiyorsak, adalet gibi, sağlık gibi, eğitim gibi temel hakların ticarete, rekabete ve nihayet paraya kurban verilmesinin önüne geçmekten başka çare yok.
Yeni doğan dönemi yani insan canlısı için yaşamın ilk dört haftası, sağlığın en kırılgan olduğu dönemdir. Hayvanlarda bu dönemin süresi değişse de, en belirgin özellik değişmez: o minik bedenler zarar görmesin diye tüm canlılara bu dönemde herkesten çok ihtimam gösterilmesi gerekir. Yaşamın başlangıcındaki bu kırılganlık, hayatın döngüsü işte; bir de yaşamın son döneminde ileri yaşlarımızda başımıza gelir.
Ve şimdi akla gelen, korkuyla sorduğumuz soru şu: acaba bebekleri kasten öldürenlerin olduğu özel hastanelerde yaşlı insanlar neler yaşıyor? Yarın bir gün yaşlılarla ilgili de bir sağlık skandalı patlar mı?
Bebeklerin öldürülebildiği bu düzen, açlık sınırının yarısı kadar ücret reva görülen emekli insanlarımıza iyi davranabilir mi?
*
Soruları, özel hastanelerde çok ahlaksız, çok kötü insanlar olduğu için sormuyorum. Bilakis son olayda oralarda çalışan sağlık çalışanlarının tümünü suçlamak büyük haksızlık. Ama açık delilleriyle ortaya çıktığı gibi, para uğruna gözünü kırpmadan yeni doğan bebekleri öldüren, hayat kurtaran yer olan hastane ortamını hayat karartan yere dönüştürenler ahlaksız. Öte yandan o kadar ahlaksız başka bir şey var: örneğin SMA hastası çocukların nasıl tedavisiz kalması. Örneğin pandemi döneminde solunum cihazlarının yaşlılardan çekilebilmesi. Yani sadece bizde değil dünya yüzündeki bu suçlular kadar ahlaksız olan bir işleyiş, bir iktisadi düzen var.
Bütün meselesi kar ve rekabet olan iktisadi sistemin, iş sağlık ya da eğitim gibi en temel haklara gelince özel sektöre devrinin sonuçlarını yaşıyoruz. Kamunun bu temel hizmetlerden el çekmesinin dünyada da olumsuz sonuçları yaşanırken, bizde durum sadece el çekme bile değil; bizzat devletin bu özel sektöre çalışmasıdır. Bu yolu şehir hastanelerini, 52 milyar dolarlık garanti yükünü açlık sınırı altında ücretle çalışan yurttaşın üzerine yıkarak açtılar. Bu koca meblağlarda paranın döndüğü, koca şehir hastanelerinde, beton var, parlak fayanslar var ama doktor yok, hizmet yok ve evet yeterli yeni doğan ünitesi, yoğun bakım yatağı yok. Bütün ihtiyaçlar SGK devrede olmak üzere, özel hastanelere sevk ile karşılanacaksa bu dev binalar niye yapıldı? Bu kurulan düzenin maddi manevi nasıl bir zararlara yol açtığını İbrahim Ekinci yazısında etraflıca anlatmış. Anlatılan bizim hikayemiz; bizden aldıkları vergilerle bebeklerimizi öldüren hastaneleri nasıl korudukları. https://kisadalga.net/yazar/muteahhit-kollarinin-sehir-hastanesi-kadrosuna-10-milyar-dolar-odendi-113812
Herkesin eşit hakkı olan sağlığı, eğitim gibi, adalet gibi, ne kadar temel hak varsa hepsini, hayvanları, doğayı, en nihayetinde bütün bir gezegeni, ticarete, rekabete kurban eden, iyi bir hayatı sağlamakta bu kadar aciz olan işleyişi değil de, “kötüleri”, “çeteleri”, “çürümeyi” konuşamayız.
Şimdi çok moda olan “sosyal çürüme”, “örgütlü kötülük” gibi adlandırmalar, asıl failin kim olduğunu, yapıyı, o düzenin nasıl işlediğini örttüğü için sorunludur. Siyasal sorunları üstü kapalı soyutlamalar olarak konuşmak, tüm bu çetrefil sorunlar üzerine emek verip kafa yormaktan kaçmak anlamına gelir. Soyutlama yapmak her zaman kötü değildir ama asıl etik dışı olan, yaşadığımız somut sorunların çözümleri mümkünken, bunu konuşmak yerine gündeme gelen dramatik olayların bizi ne kadar üzdüğünden yakınmaktır. Bebekler öldürülmüştür, Narin boğulmuştur, kadınların kafası kesilmektedir. Elbette bunları duymak istemeyiz ama onlar bizim duyduğumuzu bizzat yaşamış iken kendi buhranını dile getirmek bence en hafif tabiriyle ayıptır.
Ayrıca konumuz ahlak ya da meslek etiği meselesi değil, kriminal. Bebeklerle ilgili iddianamede gördüğümüz gibi ceza kanununa göre birden fazla ağır suç işlenmiş durumda. Tıpkı Narin’in ailesi gibi, birden fazla ağır suçu, birden fazla kere işlemişler. Bu hafta Narin davasında da iddianame yayınlandı, felaketi daha açık gördük. İki dosyada da asıl katil, sorumlu belli değil ve vahşetin geldiği nokta, daha öncesinde de benzer suçlar işlenebilmiş olmasını, bu seviyeye rahatlıkla gelebildiklerine göre deneyimli ve korunuyor olduklarını gösteriyor. Nitekim her iki durumda da suçluların siyasi bağlantıları olduğu da ortaya çıktı.
Ve haftanın üçüncü iddianamesi; 2020 yılında Aleyna Çakır’ın şüpheli ölümünde baş şüpheli olduğu halde serbest bırakılmış olan Ümitcan Uygun için hazırlandı. Nihayet; 4.5 yıl sonra yargılanacak ama yalnızca 'intihara teşvik etmek'le. Şimdi artan şiddete şaşırıyoruz ama bakın bu cezasızlık ortamına hiç de kendiliğinden gelmedik.
Aleyna, birlikte yaşadıkları evde asılı şekilde cansız bedeni bulunmuş, şüpheli evde olmadığını iddia etmişti. Sonra Aleyna’nın yaşarken de aynı kişiden şiddet gördüğü görüntülerle ortaya çıkmış, yine uzun süre ifadesi bile alınmamış, ancak Aleyna’nın vücudunda DNA’sı bulunması üzerine “şüpheli” konuma gelmiş, çelişkili ifadelerine rağmen serbest bırakılmıştı. Olay gecesi eve geldiği, ertesi günü özellikle eve kendisi gitmeyip başkasını gönderdiği ve kayıtsız bir kiralık araba ile Ankara’dan başka şehre kaçırıldığı ve Aleyna’nın otopsi raporunda darp izleri olduğu halde hiçbiri sorgulanmamış, bambaşka bir suçtan; uyuşturucu ile ilgili kısa bir süre cezaevi görmüştü. İşte tam o zaman babası ve abisinin siyasi bağlantılarını ve devleti nasıl tehdit ettiklerini de görmüştük. Ümitcan Uygun, arkasına aldıklarına güvenerek bir sene sonra Esra Hankulu’nun da aynı biçimde evinde ölü bulunmasında şüpheli olarak karşımıza çıktı. Bitmedi; bu davada “kasten öldürme’ yerine sadece “yaralama” suçuyla yargılandı.
Bütün bu süreç tam bir cezasızlık örneğini ve yine 6284’in önemini ortaya koyuyor. Nasıl mı? Bakın yasada; “Şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin varlığında, şiddet uygulayanla ilgili olarak da şiddet önleme ve izleme merkezleri (ŞÖNİM) tarafından verilecek hizmetler” var. ŞÖNİM’in hâkimin isteği üzerine; bu kişilerin geçmişi, ailesi, çevresi, eğitimi, kişisel, sosyal, ekonomik ve psikolojik durumu ile diğer kişiler ve toplum açısından taşıdığı risk hakkında ayrıntılı sosyal araştırma raporu hazırlayıp sunmak görevi var. Alkol ya da madde bağımlılığının ya da ruhsal bozukluğunun olması hâlinde, bir sağlık kuruluşunda muayene veya tedavisini sağlama görevi var. Ümitcan Uygun böyle, abisi “sizin devletiniz kardeşime ne yapabilir?” diyerek ağır şiddet içeren tehditler savuran, babası siyasi bağlantılara seslenen kişiler oldukları halde, anlaşılan ne ŞÖNİM ne de hakimler tarafından tehlikeli görülmemişler.
İşte sorun tek tek kişiler değil -ki onlar elbette yargılanacak- ama sorun yasanın uygulanmayışı, Esra’nın da hayattan koparılışı.
Sorun kadın şüpheli ölümlerinin intihar denerek örtülmeye çalışılması, sorun basının da bu suça ortak olması. En son Rojin’in ölümüyle ilgili olarak, CNN Türk intihar ihtimalini gözümüze sokan berbat bir yayın yaptı. Kadınların yüzüne bakabilmesi için, kendine gelmesini, spekülasyona değil, yetkilileri iyi işleyen bir soruşturma sürecine teşvik etmesini öneriyorum.
Her şeye rağmen CNN Türk’ten bile umut var, kadın cinayetlerini durduracağımıza olan umut ise tam.