Eda Yılmayan
“BEYOĞLU DÜŞERSE TÜRKİYE DÜŞER”
Salâh Birsel’in kitabından alıntıyla ‘Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’ demeye devam ediyoruz. İstanbul’un hatta Türkiye’nin kalbi sayılan Beyoğlu pek çok kimseyi mutsuz eden bir görünüme büründü. Türkiye’nin nasıl bir Ortadoğu ülkesi haline geldiğini Beyoğlu’nda üzülerek görüyoruz. Buradaki değişim sadece bugünkü hükümetin politikalarıyla da ilgili değil. Tarihsel süreç içinde Türkiye’nin batılı yüzü Beyoğlu’nun; Türkleştirme politikaları, devamında gelen Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve diğer siyasi kararlarla her dönem iktidarın odağı haline geldiğini görüyoruz.
Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Burcu Pelvanoğlu ‘Bir Üretim Mekânı Olarak: Beyoğlu Düşerse’ kitabında; Beyoğlu’nda yaşanan değişime edebiyatçıların, ressamların, heykeltıraşların, gazetecilerin gözünden bakıyor. Paris’in Montparnasse semtinin sanatçılar için bir üretim üssü haline gelişinin Beyoğlu’ndaki izlerini sürüyor. Kitabın ilk bölümünde semtin tarihçesini okuyoruz. Daha sonra Tanzimat’tan 6-7 Eylül’e nasıl gelindiğini, Beyoğlu’nda açılan cafeler ve otellerle sosyal hayatın oluşumunu görüyoruz. İkinci bölümde ise 6-7 Eylül’den günümüze Beyoğlu’nun dönüşümüne şahit oluyoruz. Tepebaşı Bahçesi, Taksim Belediye Gazinosu, Gardenbar, Maksim, Tokatlıyan Oteli, Pera Palas Oteli, Park Otel ve Cennet Bahçesi, Narmanlı Han, Lebon, Markiz, Nisuaz Pastanesi, Turkuaz Bar, Petrograd, Degüstasyon, Asmalımescit74, Bizim Lokanta, Baylan Pastanesi, Lambo’nun Meyhanesi, Cumhuriyet Meyhanesi, Mısır Apartmanı, Atlas Pasajı, Kulis Bar, Maya Sanat Galerisi, Sanat Dostları Cemiyeti, Filarmoni Derneği dönemin aydınlarının birlikte ürettikleri, düşündükleri, tartıştıkları mekânlar.
Bu kitabın bir geçmiş zaman nostaljisi olmadığını belirtelim. Ancak kültürel köklerin korunmasının kolektif belleğin oluşumuna katkısı elbette yadsınamaz. Burcu Pelvanoğlu ile bu kolektif belleğin önemini, bir üretim üssü olarak Beyoğlu’nun nasıl değiştiğini, kaybolan kültürel kimliğini konuştuk.
Kitabınızda Beyoğlu’nun geçirdiği değişimi, dönüşümü tarihsel süreç içinde anlatıyorsunuz. Çıkış noktanız neydi?
İlk gençliğimiz
Beyoğlu’nda, galerilerde, mekânlarda, sanatçı arkadaşlarımızın yakınlarında geçti. 2010 sonrasında bu mekânların kaybolması, lümpenleşmesi beni çok üzmeye başladı. Türkiye’de modernleşme dersi veriyorum. Beyoğlu bunun ana mekânı. Ne zamanlar yeniden yükseldi, ne zaman çöküşe geçti, kendini toparladı derken önce Artnews’ta bir yazı dizisi olarak başladı bu süreç. Daha sonra kitaba dönüştü.
Beyoğlu edebiyatçıların, ressamların, gazetecilerin buluşma mekânı. Yıllar içinde çok büyük değişimlere uğruyor. Şimdi Ortadoğulu bir semt görünümünde. Bu değişimi yazarken neler hissettiniz? Sizin de ilk Türk kadın ressamlarımızdan Hale Asaf’ın yaşamını Beyoğlu’nda yazdığınızı öğrendim.
Onu Bade’de yazdım. Ortasında bir soba kuruluydu. Mekânların değişimi üzüyor insanı, yaralıyor. O üzüntüyle de bu işe koyuldum aslında. Hep bir üretim mekânıydı Beyoğlu. Geçmişte de öyle olmuş ama yirmi senede bir siyasi iktidar ya da belediyeler tarafından üzerine plan, program yapılan bir mekân. Hep bir dert var Beyoğlu ile ilgili. O derdin de peşine düşmek istedim.
“BATI BEYOĞLU’NDAN ÖĞRENİLİRDİ”
Beyoğlu’nu özgün kimliğiyle korumayı neden başaramadık? Neydi derdimiz Beyoğlu ile?
Osmanlı’nın çoğulcu kültür politikalarının ana mekânıydı. Gayrimüslimler de vardı köprünün öte yakası da vardı. Onlar batılılaşma sürecine girdiğimizde batıyı Beyoğlu’ndan öğreniyorlardı. Muhafazakâr kesimi sarsan da Beyoğlu’nun ilerici yanı oldu.
SANATSAL ÜRETİM MEKÂNI OLARAK MONTPARNASSE VE BEYOĞLU
Paris’te sanatçıların yaşadığı, üretim yaptığı Montparnasse ile Beyoğlu arasında bağlantı kuruyorsunuz. Ne tür bir benzerlik var?
Paris’te düzen dışı sanatçılar var. Akademiye karşı olanlar, Paris sanat ortamının, akademinin katı kurallarını kabul etmeyenler Montparnasse’de. Burası sanatçıların sokaklarında sergi açtığı, çeşitli cafelerde borçla yediği içtiği bir semt. Montparnasse 1920’lerde kendini göstermeye başlıyor. 20.yüzyıl sanatı direnmeye başladığında gözde bir semt oluyor. Beyoğlu da bizim sanatçıların merkezi. İstedikleri gibi eğlenebildikleri, üretebildikleri, birbirilerinden beslendikleri, kavga ettikleri bir yer. Beyoğlu’nda cafeler Tanzimat sonrası kuruluyor. Başta kalburüstü kesimin gittiği bir yer. Şampanya içtiği, yemeyi içmeyi öğrenmeye başladığı bir yer. Bir yandan da insanların İstanbul’da Müslüman mahallesinden kaçıp özgürlüğünü yaşadığı bir alan. Sinemaya, tiyatroya, operaya gittiği, kendini keşfettiği bir yer. Montparnasse’deki işleyişi gören heykeltıraşlar, edebiyatçılar, ressamlar Beyoğlu’na birlikte gitmeye başlıyor. Hilmi Ziya Ülken 1942’de Yeniler Grubu’nun sergisinden sonra Nisuaz’da konferans vermeye başlıyor. Sanatçılar birlikte üretip birlikte tartışıyorlar. Edebiyatçılar arasında da dostluklar kuruluyor.
O dönemin sanatçılarında, edebiyatçılarında, tiyatrocularında büyük bir dayanışma görüyoruz. Siz bugün bu dayanışmayı görüyor musunuz?
Kolektivite son demlerini 90’lı yıllarda yaşadı. 90’lı yıllarda Beyoğlu’nda ‘Urban’ bunun bir parçasıydı. Disiplinler arası bir merkezdi, eski Trianon Pastanesi’ydi Urban. Leyla Erbil’in, Orhan Veli’nin, Komet’in, Sait Faik’in gittiği pastane. Sanat ve edebiyat üretimi de ucuzladı. Herkes kopuk kopuk kendi alanında yaratıyor. Birlikte bir zihinsel tartışmaya girilmiyor. Herkes kendi küçük grubuyla üretim yapıyor.
BEDRİ RAHMİ’NİN YEDİĞİ AZAR
Turan Akıncı “6-7 Eylül’le Beyoğlu asaletini kaybetti” diyor. Kitabınızda o döneme ilişkin ayrıntılar da var. Çok kültürlülüğün devlet eliyle nasıl yok edildiğini görüyoruz. Beyoğlu eski kültürel yapısını korusaydı, bu toprakları memleketi bilen Rumlar, Ermeniler, Yahudiler hâlâ aramızda olsaydı biz şu an neyi konuşuyor olurduk?
Bu kadar hayıflanmamız gerekmezdi. Küresel dünyada Niko Usta’nın pastasını yemezdik de Divan’ın pastasını ya da bir Fransız pastası yerdik ama birlikte üretim sürerdi. Hafıza sürerdi. Nesillere kolektif hafıza aktarılırdı. Bedri Rahmi’nin şöyle bir anısı var: 6-7 Eylül olaylarından sonra uzun süre Beyoğlu’na gidemiyorlar. Bir sene sonunda gittiklerinde eskiden oturdukları mekâna gidiyorlar. Neresi olduğunu söylemiyor. Ya Nisuaz’dır ya da Lambo’nun Meyhanesi’dir. Eskiden olduğu gibi oturduğu yerde tabakları boyuyor ama büyük bir azar işitiyor. Bedri Rahmi’ye “Para verip alıyoruz sen ne yapıyorsun” diyorlar. Bu bile o yerde yaşanan değişimin büyük bir göstergesi.
VAGON-Lİ OLAYI
Kitabınızda o döneme tanıklık edenlerin yaşadıkları da var. Fenerbahçe’nin efsanevi oyuncusu Lefter Küçükandonyadis, o gün Beyoğlu’nda bir arada olan Ara Güler ile Orhan Kemal… 6-7 Eylül’e kadarki süreç önceden hissediliyor değil mi?
1927’de sokak adları değiştiğinde, İstiklal Caddesi adı verildiğinde başlıyor. Eskiden Grand Pera deniliyor. Erken cumhuriyet döneminde milliyetçilik ideolojisiyle Türkçülük politikası pompalanmaya başlıyor. Vagon-Li denilen şirket Orient Express seferlerini düzenleyen, bütün kumpanyaları getiren şirkette çalışan birinin Avrupai görünen bir müşteriyle Fransızca konuşmasıyla olaylar başlıyor. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları yapılıyor, kavga çıkıyor. 1930 yılındaki isimler de insanı şaşırtıyor. Onlar işin bu noktaya geleceğini düşünmüyorlar ama Peyami Safa ve Cahit Arf’ı bu eylemlerde görüyoruz. Sonrasında 1942’de Varlık Vergisi. Hemen ardından
6-7 Eylül. On senede bir rahatsızlık söz konusu. 1964’te Rumlar 20 dolar 20 kg ile sürgün ediliyor. Derken sağ sol çatışmaları, 1980 darbesi. Beyoğlu hep bir huzursuzlukla özdeşleşiyor.
BEYOĞLU BİR TÜRKİYE PANORAMASI
Kitabınızda Beyoğlu’nun yeniden bir üretim merkezi haline getirilmesinin geleceğe taşınması için önemli olduğunu söylüyorsunuz. Bir tespitiniz var: Beyoğlu düşerse Türkiye düşer diyorsunuz. Bu ne anlama geliyor?
Beyoğlu’na içim acıdığı için gidemiyorum ama Beyoğlu her yaş kuşağının ilklerini yaşadığı bir yer. Her türlü özgürlüğün mekânı. Bir Türkiye panoraması aslında. Sadece yakın çevresinde olanlar değil pek çok yerden insanlar Beyoğlu’na geliyor. Bütün yükünüzden kurtulacağınız, özgürleşeceğiniz bir alan. Oradaki özgürlükler olmazsa sadece Arapça konuşulan, çeşitliliğin gittiği kebap yenilen, Arap kültürünün hâkim olduğu bir yer olursa ki maalesef yüzde doksan dönüşmüş durumda bundan tüm ülke etkilenir.
ÇELİK GÜLERSOY: ÖZAL FELSEFESİNİN İSTANBUL EKOLÜ DALAN
Kitabınızda Beyoğlu’ndaki değişimle ilgili Çelik Gülersoy’un da sözlerine yer veriyorsunuz. Gülersoy diyor ki: Özal felsefesi ile bir zenginleşme ve kalkınma modeli uygulanırken o ekolün İstanbul istasyonu Dalan Belediyesi, şehirde bir ‘imar hamlesi’ başlattı. Haliç operasyonu, ilk sahne idi… Ona paralel bir operasyon Beyoğlu’na uygulandı.
Bu tespiti çok doğru buluyorum. Oradan başlatarak Dalan dönemi belediyenin bakışı hem kültür müdürünün hem de kendisinin Beyoğlu’na bakışını ele aldım. Beyoğlu hep temizlenmesi gereken bir yer olarak görülüyor. Özal neoliberal politikalarla işe Beyoğlu’ndan başlıyor. Bir tek olumlu yanı trafiğe kapatılması. Asıl amaç; eskileri temizleyelim, markaları getirelim. Bugünün adımları onlar.
ÇAĞDAŞ HEYKELLERDEN KAVUN, KARPUZ HEYKELLERİNE
Bir de kitabınızda yer verdiğiniz sanatçılar tarafından yapılan ve şehrin farklı yerlerine yerleştirilen heykeller var.
1973 yılında cumhuriyetin 50. yılını kutlama etkinlikleri kapsamında kültür bakanlığıyla birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul’a 50 heykel yerleştirelim diyor. Bunlar anıt heykel dışında yapılacak heykeller olsun deniliyor. Amaç; 50.yılı çağdaş eserlerle kutlamak. Bütçe yetmiyor 20 heykele düşüyor. Bu heykellerin büyük çoğunluğu Beyoğlu’na konuluyor. Müstehcen bulunuyor, kaldırılıyor. Türkiye’de heykel mühtehcenlikle bir araya geliyor ya da yol mu genişletilecek soyut olduğu için bir şeye de benzemiyor diyorlar ve heykelleri kaldırıyorlar. Bunlar arasında örneğin Muzaffer Ertoran’ın işçi heykeli, Gürdal Duyar’ın Güzel İstanbul heykeli, Zerrin Bölükbaşı’nın Figür’ü vardır.
Şimdi meydanlarda haberlere de konu olan kavun, karpuz heykellerini görüyoruz. Ne düşünüyorsunuz bunları görünce?
Bu dönemin kültürünün yansıması. Yaşamlarımız, etrafımız o kadar kitschleşti ki… Bu dönemin kültürünün yansıması.
‘PERA PALAS’TA GECE YARISI’ DİZİSİ
Netflix’te gösterilen ‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’ dizisi çok konuşuldu. Seveni de var sevmeyeni de. Kitabınızda da geçen ve Beyoğlu eğlence hayatının önemli mekânlarından biri olan Gardenbar’ı diziyle öğrenenler de oldu. Siz diziyi izlediniz mi?
İzledim, beğenmedim. ‘Pera Palas’ta Bir Gece’ denilince o zamanlardan mekânlar da göreceğiz diye düşünmüştüm fakat sadece Gardenbar var. Dizi bir anahtar hikâyesi üzerinden dönüyor.
WARNER BROS’TAN GELEN TEKLİF
Pera Palas Oteli Şeker Ahmet Paşa’nın ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Agatha Christie, Alman General von der Goltz, Abdülhak Hamit ve Lüsyen Hanım otelin misafirlerinden. Agatha Christie’nin İstanbul’da bulunduğu sürede on bir gün kayıp olması ise hâlâ sırrını koruyor. Burcu Pelvanoğlu kitabında önemli bir ayrıntıya yer veriyor. Warner Bros şirketi Agatha Christie’nin hayatını film yapmak istiyor. Bunun için de Tamara Rand adında bir medyumla anlaşıyor. Medyum, Christie’nin ruhuyla temasa geçmiş ve sonra da Christie’nin sırrını çözecek olan bir anahtarın Pera Palas Oteli’nde olduğunu açıklamıştır. Bunun üzerine de Warner Bross otelle iletişime geçer. Otelin yeni sahibi Hasan Süzer de bu fırsatı kaçırmaz ve der ki “Anahtar için 2 milyon dolar vereceksiniz. Film oynama hakkını Türkiye’de TRT’ye bedavaya vereceksiniz, ayrıca beni de yüzde 15 filme ortak edeceksiniz. Anahtar öyle kolay verilmez.”
ÇOCUK KİTAPLARI
SON KARA KEDİ
Evgene Trivizas
Altın Kitaplar
Uzak bir adada, batıl inançlı gizli bir örgütün üyeleri, uğursuzluk getirdikleri bahanesiyle kara kedileri yok etmeye başlar. Bu nefretten sadece bir kara kedi kurtulmayı başarır. Altın Kitaplar’ın yayımladığı Türkçe’ye Ari Çokona tarafından çevrilen kitap ayrımcılık ve ötekileştirme kavramlarını ele alıyor.
KAFAMDAKİ ORMAN
Gökçe İspi Turan
Kırmızı Kedi Yayınları
Gökçe İspi Turan, okulundan ve arkadaşlarından ayrı kalan, dökülen saçları nedeniyle rahatsız edici bakışların hedefi olan bir çocuğun yaşadığı zorlukların üstesinden nasıl geldiğini mizahi bir üslupla anlatıyor. Çocukça bir meydan okumayı yaratıcılığın iyileştirici gücüyle birleştiren romanın çizimleri Melike Tan’a ait. ‘Kafamdaki Orman’ Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı.
KARDAN KIZ KARDEŞİM
Maja Lunde
Can Çocuk
Norveç’te yayımlandığında büyük bir başarı elde eden Kardan Kız Kardeşim, otuz dile çevrildi! Şimdi de Can Çocuk etiketiyle Türkiye’de minik okurlarla buluşuyor. Noel arifesi yaklaşmaktadır. Bu, aynı zamanda Christian’ın on bir yaşına basacağı gündür. Ama o yıl hiçbir şey eskisi gibi değildir. Christian ve ailesi, Christian’ın artık hayatta olmayan ablası June’un yasını tutmaktadır. Bu yüzden Christian evlerinde kutlama yapılmayacağını düşünür. Ancak kahramanımız yeni tanışan arkadaşıyla bambaşka bir maceranın içinde bulur kendisini.
ÇOK SATANLAR
1. Tiamat, İhsan Oktay Anar
2. Ezbere Yaşayanlar, Emrah Safa Gürkan
3. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı
4. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig
5. Körlük, Jose Saramago
HAFTANIN KİTAPLARI
YALAN DÜNYASININ YALANCILARI
Sevgi Özel
Kırmızı Kedi Yayınları
Sevgi Özel, yıllar önce Aziz Nesin’e verdiği sözü yerine getirip ‘Yalan Dünyasının Yalancıları’ adıyla anılarını yazdı. Kitapta Özel’in Türk Dil Kurumu’ndan Dil Derneği’ne ve yayıncılık yıllarına uzanan tanıklıklarını okuyacaksınız.
HERKES ÇIPLAK
Elif Şakar
İnkılap Yayınları
Elif Şakar ataerkil bir aile yapısında kendisinden istenilenleri yapmış, iş yerinde, evliliğinde de kendisine öğretilenleri yapmaya devam eden bir kadının mücadelesini, kendini var etme çabasını, bunu yaparken de etrafını nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. ‘Herkes Çıplak’ İnkılâp Yayınları etiketiyle raflarda.
HAYATINI SEÇEN KADIN:
“Hocaların Hocası” Nermin Abadan Unat
Sedef Kabaş
Remzi Kitabevi
Siyasette kamuoyu faaliyetlerinin önemine ilk kez dikkat çeken, göç olgusu ve kadın hakları konusunda önemli çalışmalara imza atan Nermin Abadan Unat’ın ilham verici yaşam mücadelesini Gazeteci Sedef Kabaş kaleme aldı. Bir söyleşi şeklinde yayımlanan kitapta; Unat’ın mücadelesini, bir Cumhuriyet aydınının çabasını okuyacaksınız.
KOŞARADIM
Bir Yaşamdan Notlar
Itır Erhart
Koala Kitap
Hayatı Şikago’da bir otobüs durağında Team in Training’in “Maraton koşmak zor mu zannediyorsun, kemoterapiyi dene!” afişini gördüğü an değişen Akademisyen Itır Erhart, sosyal fayda için koşmaya başladı. Erhart “Koşmak yalnızca fiziksel olarak geliştirmedi beni. Aynı zamanda tıpkı aşk gibi vaktimi, enerjimi, aklımı, heyecanımı hiç tanımadığım insanların iyiliği için verebilme kapasitemi de geliştirdi” diyor. Erhart ‘Koşaradım-Bir Yaşamdan Notlar’ kitabında; aşk, koşu, sanat, eğitim, sosyal girişimcilik, kadın erkek ilişkilerine dair pek çok konuya değiniyor.