Oğuz Pancar
Salomi / Lizeta Kalimeri, Sokratis Malamas
"Ah! Öptüm ağzını Yahya, senin ağzını öptüm. Acı bir tat vardı dudaklarında. Kan tadı mıydı? Hayır. Ama belki aşkın tadıydı. Aşkın acı bir tadı olduğunu söylerler. Ama ne önemi var, ne fark eder? Senin ağzını öptüm Yahya, ağzını öptüm."
Salomi
Tou fengarioú to asími
Páno sto kalnterími
Aplóthike
Ki i ánna to agrími
Stou fóti to taxími
Sikóthike.
Na vgei kai na chorepsei
Tous ántres na magepsei
Mes' ti giortí.
Kai tin kardiá tou fóti
Tha tine kápsei próti
San to chartí.
An eklapse i salómi
Stou páthous ti sygnómi
Tha lytrotheí
Ma to vary tis stemma
Roumpíni me to aíma
Tha berdefteí.
Kai tin kardiá tou fóti
Tha tine kápsei próti
San to chartí.
Ayın gümüşü
Yayıldı Arnavut kaldırımı yola
Fotis’in ikiye bölünmesiyle birlikte
Vahşi kadın da ayağa kalktı
Çıkıp dansını yapmak için
Aklını başından almak için
Kutlamadaki tüm erkeklerin
Ve önce Fotis’in kalbini yakacak
Bir kağıt gibi
Ve büyüledi tüm erkekleri
O dansı çevreleyen
Ve Fotis'in kalbi
İlk kez yanacak
Bir kağıt parçası gibi
Eğer Salome ağlarsa
Affetmenin coşkusuyla
Özgür olacak
Fakat ağır tacında
Yakut ve kan
Birbirine karışacak
Ve Fotis'in kalbi
İlk kez yanacak
Bir kağıt parçası gibi(1)
Şarkı, Lizeta Kalimeri’nin yanık ama dingin sesiyle açılıyor, sonrasında Sokratis Malamas’ın bas-bariton sesi katılıyor ona ara ara. İki büyük şarkıcıya yalnızca mutedil bir keman, piyano ve bendirineşlik ettiği bu güzel şarkının adı “Salomi” (2), “Salome”nin Yunancası yani…
Salome’nin öyküsü çok eskilerden, iki bin yıl öncesinden sesleniyor bize; ancak anlattığı duygular ve olaylar zamandan bağımsız ki, ilk anlatılışından bu yana farklı anlatımlarla tekrarlanıyor, üzerine sayısız resim yapılıyor, opera besteleniyor, film çekiliyor.
Vaftizci Yahya
Öykü milattan hemen sonra Roma İmparatorluğu yönetimindeki Filistin’de geçiyor; kahramanları, Celile Kralı Hirodes, karısı Hirodias, üvey kızı Salome ve Vaftizci Yahya.
Öyküye geçmeden önce belki Vaftizci Yahya’yı (3) biraz tanıtmak gerek. Yahya, İsa’yla yaklaşık aynı dönemde yaşamış bir Yahudi peygamber; peygamber diyorum ama kendisinin öyle bir savı yok; peygamberlik, ölümünden sonra ona yakıştırılan bir paye(4). Kimi kaynaklar onun İsa’dan daha önce yaşadığını ve İsa’nın gelişini önceden müjdelediğini anlatırken, kimileri de İsa’yla aynı yaşlarda olduğunu ileri sürüyor, ancak İsa’dan on yıl kadar önce doğmuş olması daha büyük olasılık.
İsa çarmıha geriliyken ağzından şu sözler dökülür: "Eli, Eli, lama sabachthani?" (Tanrım, Tanrım, beni niye terkettin?). Aslında hem Yahya’nın hem de daha sonra İsa’nın öğretilerinin temelinde aynı sorunun bütün Yahudi kavmi için sorulması yatar. Madem ki Yahudiler “seçilmiş kavim”dir, neden M.Ö. altıncı yüzyıldan bu yana sırasıyla Babil, Pers, Yunan ve Roma işgali altında ezilmektedirler, Tanrıları onları neden terketmiştir, O’nun sevgisini tekrar nasıl kazanacaklardır?
Hem Yahya’nın hem de İsa’nın buna yanıtı daha ahlaklı ve Yahudi dinine uygun bir yaşam sürmektir. Her ne kadar ikisi de Musevi inancında bir reformu savunuyor gibi görülse de aslında önerdikleri şey geçmişe ve ilk köklere dönmektir. Yahya da İsa da, her dönemin farklı işgalcileriyle işbirliği yapan ve bu sayede kendi konumlarını korumayı başaran egemen ve ruhban sınıfları görürler dindeki bozulmanın ana nedeni olarak; ancak birisi kellesini yitirir, diğeri çarmıha gerilir; sonuçta bu sınıfların elinden olur ikisinin de ölümü.
[Yahya’nın, İsa’nın gelişini "Mesih geliyor ve hepinizi kurtaracak" diyerek müjdelemesi ve buna inananları vaftiz etmesi onu Hrıstiyanlığın en önemli figürleri arasına sokar; hatta Matta ve Markos İncillerinde İsa’nın doğumunda Yahya tarafından vaftiz edildiğinden söz edilir. İsa doğduğunda Yahya büyük olasılıkla on yaşlarında olmalı; o yüzden her ikisinin de ölümünden sonra uydurulan bir yakıştırma olmalı bu.](5)
Salome’nin Dansı
Öykümüze geri dönecek olursak, Yahya, öldürdüğü üvey kardeşinin karısı Hirodias’la evlenmek isteyen Kral Hirodes'e "Kardeşinin karısını almak sana caiz değildir" diyerek karşı çıkar. Buna rağmen Hirodes, ‘’Salome’’ adında güzel bir kızı da olan dul yengesi Hirodias’la evlenir. Kral, Yahya’nın bu evliliğe karşı aşağılayıcı sözlerinden ya da halkı kışkırtmasından çekindiği için onu zindana attırır; fakat kutsal ve değerli bir din adamı olduğunu düşündüğü için onu öldürtmez. Karısı Hirodias ise içten içe Yahya'ya hınç besler.
Kralın üvey kızı Salome merak ettiği Yahya’yı görmeye zindana iner bir gün ve gördüğü anda ona vurulur. Her gün onu ziyaret etmeye başlar. Şunları söyler ona: "Senin bedenine aşığım, Yahya! Bedenin tırpancıların hiç biçmediği bir zambak tarlası kadar beyaz. Bedenin Judaea'nın dağlarında yatan ve vadilere dökülen karlar gibi beyaz. Arap Kraliçesi'nin bahçesindeki güller bile senin bedenin kadar beyaz değildir. Ne Arap Kraliçesi'nin bahçesinin gülleri ne de Arap Kraliçesi'nin baharat bahçesi; ne yaprakların üstünde parlayan gün ışığının ayakları ne de denizin gönlünde yatan ayın yüreği; dünyada senin bedenin kadar beyaz başka hiçbir şey yoktur. Bedenine dokunmama izin ver."(6)
Vaftizci Yahya ise Salome’nin aşkına karşılık vermez, "Dışarı Babil’in kızı, Tanrı’nın seçilmiş kuluna sakın yaklaşma." diye bağırır ve onu kovar. Salome ise vazgeçecek gibi değildir, "Bırak, hiç olmazsa bir kere dudağını öpeyim." der. Yahya aynı öfkeyle cevap verir, "Asla, Sodom’un kızı, asla.". Yahya’yı elde edemeyen Salome reddedilmenin öfkesiyle zindandan ayrılır.
Bu arada Kral Hirodes de üvey kızına karşı gizli bir tutku duymaktadır.
Sarayda kalabalık konukların da bulunduğu bir eğlence sırasında Salome’den dans etmesini rica eder Hirodes ve "Dansedersen dile benden ne dilersen, ülkemin yarısına kadar sana vereceğim." der. Salome gidip annesine danışır ve daha sonra açıklayacağı bir dileğinin yerine getirilmesi koşuluyla dans etmeye razı olur. Sonra üzerindeki yedi tüllü elbisesiyle dansına başlar; dans ilerledikçe tülleri bir bir çıkarıp fırlatır; üzerini kapatan son tül de yere düştüğünde dansı sona erer(7).
Kral hayranlık -ve şehvetle- süzdüğü genç kıza "Şimdi dile benden ne dilersen." der; salonu derin bir sessizlik kaplar ve tüm gözler merakla Salome’ye döner. Salome gücünün doruğuna ulaştığı bu anı büyük bir hazla uzatır, annesine bakar, konukları küçümseyen bakışlarla süzer ve sonunda aynı umursamazlık ve kendinden emin tavırla kralı yanıtlar: "Gümüş bir tepside Yahya’nın başını istiyorum..."
Hirodes hiç beklemediği bu dilek karşısında şaşkınlığa uğrar, bir din adamının başını almaktan korkar. Ancak tüm konukların önünde bir söz vermiştir, istemeye istemeye emir verir ve kısa bir süre sonra Vaftizci Yahya’nın kesik başı gümüş bir tepside getirilip Salome’nin önüne konur.
Salome kendisini reddetmiş olan Yahya’nın kesik başını elleri arasına alır ve onunla konuşmaya başlar: "Dalgalar da, seller de söndüremez ihtiras denilen ateşi. Bir prensestim, beni aşağıladın. İffetliydim, damarlarımı ateşe verdin. Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyük."
Sonra salondakilerin hayret dolu bakışlarına hiç aldırmadan, Yahya’nın kesik başını kendine doğru çeker ve dudaklarından öper: "Ah! Öptüm ağzını Yahya, senin ağzını öptüm. Acı bir tat vardı dudaklarında. Kan tadı mıydı? Hayır. Ama belki aşkın tadıydı. Aşkın acı bir tadı olduğunu söylerler. Ama ne önemi var, ne fark eder? Senin ağzını öptüm Yahya, ağzını öptüm."(6)
İşte o anda Hirodes verdiği sözden büyük bir pişmanlık duyar; gizli bir tutkuyla sevdiği genç kızın Yahya’nın kesik başını öpmesiyle uğradığı büyük düş kırıklığı, duyduğu kıskançlık ve öfkeyle Salome’nin de başının derhal kesilmesini emreder.
Femme Fatale
Salome öyküsü kısaca böyle ancak Markos ve Matta İncil’lerinde ya da 37-100 yılları arasında yaşamış Yahudi tarihçi Flavius Josephus’un eserlerinde Salome’nin Yahya’ya duyduğu tutkudan hiç söz edilmez, Salome’nin yalnızca annesinin hıncı nedeniyle Yahya’nın başını istediği anlatılır. Ancak aşk ve tutkuyla gözü dönmüş güç sahibi bir prensesin, femme fatale bir kadının, saplantıyla sevdiği erkeğe -sonunda onu öldürerek de olsa- sahip olması motifi pek çok kişiye daha çekici gelmiş olmalı ki, Salome öyküsü sanat eserlerinde daha çok bu şekliyle işlenir.
Kimler yok ki bu öyküyü konu eden sanatçılar arasında; Heinrich Heine, Stephane Mallarme, William Butler Yeats, Gustave Flaubert, Rodin, Titian, Gustave Moreau, Odilon Redon, Edvard Munch, Eugene Delacroix, Franz von Stuck gibi sayısız şair, romancı, ressam ve heykeltraş… Ama öykünün “modernize” edilmesinde ve yeniden sanatın gözde temalarından biri durumuna gelmesinde Oscar Wilde’ın katkısını ayrıca anmak gerek. Wilde’ın 1891’de yazdığı ve Salome karakterini yalnızca annesinin bir piyonu değil, saplantılı bir tutku ve güce sahip bir femme fatale olarak betimlediği oyun ilk kez 1896’da Paris’te oynanır ve Salome’nin sonraki yorumlanışları için bir prototip oluşturur(8).
Wilde’ın oyun metnini operaya uyarlayan Richard Strauss’un eseri ilk kez 1905’te Dresden’de sahnelenir ve o da güçlü bir sansasyon yaratır. O kadar ki oyunun ilk yıllarında Salome rolünü oynayan pek çok kadın oyuncu erotik “yedi tül dansı”nı yapmayı reddeder ve oyunun o sahneleri başka kadın dansçılar tarafından sergilenir.
Film endüstrisi de kayıtsız kalmaz bu ilginç öyküye elbette. İlk Salome filmi 1923’te -ayrı bir yazıyı hakedecek kadar ilginç bir yaşam öyküsüne sahip- Alla Nazimova tarafından çekilir. Onu 1953’te Rita Hayword’lı “Salome: Çıplak Rakkase” izler. Carlos Saura 2002’de, flamenko ve klasik İspanyol balesi bileşimi çarpıcı bir müzikalle anlatır Salome öyküsünü. Son dikkate değer Salome ise Al Pacino’nun yönetip oynadığı ve Salome’yi Jessica Chastain’in canlandırdığı 2013 yapımı film…
Yalnızca sanat da değil tabii, psikoloji de konu edinir Salome öyküsünü. Zaten Freudçu psikolojinin iki temel dürtü saydığı Cinsellik (Eros) ve Ölüm’ün (Thanatos) birlikteliğini, tutkuyla sevdiği halde öldürttüğü erkeğin kesik başını dudaklarından öpen bir kadından daha iyi ne simgeleyebilir? Öykünün İncil’de yer aldığı şekline (Salome’nin yalnızca annesinin hıncı için Yahya’nın başını kestirdiği anlatım) dayanarak, güçlü annelerinin gölgeleri altında ezilen kız çocukları ve gölge kişilikleri üzerine de tartışmalar yapılır akademik çevrelerde.
20. yüzyıl boyunca kadının toplumsal sahnede daha çok yer almasına ve güç kazanmasına koşut olarak tekrar tekrar ve farklı bakış açılarıyla yorumlanan Salome’nin öyküsü bu kadar…
Yine Yahudi mitolojisinde yer alan, Salome’den altı yüzyıl önce yaşamış Judith’le Asur Generali Holofernes’in öyküsü var bir de, özellikle resim sanatının bazı muhteşem örneklerine konu olmuş diğer bir baş kesme öyküsü o da, belki başka bir yazıya…
Lizeta Kalimeri’den ya da Sokratis Malamas’tan söz edecek yerimiz kalmadı; özellikle Malamas anlatılmaya değer bir müzik sanatçısı, belki o da başka bir yazıya…