Oğuz Pancar
Rodin-Öpücük
Rönesanstan 20. yüzyıla, Donatello, Michelangelo, Bernini ve Canova gibi olağanüstü heykeltraşların eserlerine baktığınızda, başrolde olan hep heykeldir. Eser, idealize edilmiş güzelliği ve kusursuz işçiliğiyle, sanatçının rolünü -ve görünürlüğünü- çalmıştır
Öpüşme sanata en sık konu olan insan eylemlerinden biri. Ancak bu her zaman böyle değildir; Batı sanatında, 18. yüzyıl başında ortaya çıkan Rococo akımına dek öpüşen çift resmi ya da heykeli son derece nadirdir. Bugünkü yazıda, Auguste Rodin’in “Öpücük” adlı ünlü eserinden ve ardındaki yaşanmış öyküden söz edeceğiz.
Rodin’in 1882’de mermerden yaptığı ve önce "Riminili Francesca” adını taşıyan heykel, daha çok eseri ilk görenlerin yakıştırdığı “Öpücük” adıyla bilinir. Eserde çıplak, birbirine tutkuyla sarılmış öpüşen bir çift görürüz; erkek, sevgilisini belinden sıkıca kavrayarak kucaklarken, kadının eli erkeğin yüzünde ve saçlarında dolaşmaktadır. Üst düzey işçiliği yanı sıra figüratif heykelin sınırlarını zorlamasıyla öne çıkan Doğalcı-Gerçekçi eser, çiftin yalnızca bedenlerini değil duygularını da aktarmadaki başarısıyla 19. yüzyılın geleneksel heykel anlayışından bir kopuşu simgeler.
Esere adını veren Francesca, 13. yüzyılda İtalya’da yaşamış bir soylu kadın. Kocası Giovanni Malatesta’yla birlikte Ravenna’da yaşayan Francesca ile kocasının kardeşi Paolo arasında gelişen -ve 10 yıl boyunca süren- tutkulu aşk, kocanın bu ilişkiyi öğrenmesi ve ikisini de öldürmesiyle sonuçlanır. Soylular/zenginler, yasak aşk, ihanet ve cinayet; halkın dedikodusunu yapmayı çok sevdiği bütün unsurları içinde bulunduran olay uzun yıllar unutulmaz ve anlatılagelir.
Öyküyü en başından anlatalım isterseniz.
Francesca ve Paolo
Francesca, Ravenna Kontu I. Guido da Polenta’nın kızıdır. İtalya’daki her kent ve büyük kasabanın neredeyse ayrı birer krallık olduğu bu döneme, komşu kentler arasında bitmek tükenmek bilmez anlaşmazlıklar ve güç savaşları damga vurmuştur. Ravennalı Polentalar da komşu Rimini kentini yöneten Malatesta ailesiyle çekişmektedir. Kont Guido barışı sağlamak için, rakibi Rimini Kontu Verucchio’ya, güzel kızı Francesca’nın onun bir oğluyla evlenmesi önerisini getirir. İki kont anlaşırlar ve Francesca, düşüncesi sorulmadan, aksayan ayağı yüzünden “Topal” lakabıyla bilinen Giovanni’yle evlendirilir.
Ancak Francesca mutsuzdur, düşlerindeki damat Giovanni değildir. Mutsuz başlayan evlilik aynı şekilde sürerken, Giovanni’nin kardeşi Paolo’yla yakınlaşır genç kadın. Kendisi de evli olan Paolo, Giovanni’nin tersine sıcakkanlı, son derece yakışıklı ve çekici biridir. Birbirlerine tutulur ve gizlice bulaşmaya başlarlar. Aralarındaki ilişki neredeyse on yıla varmışken saraydaki fısıltılar da çoğalmıştır gitgide. Sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşir ve söylentiler Giovanni’nin kulağına gider.
Yine Francesca’nın yatak odasının içeriden kilitli olduğu bir gün, öfkeli koca kapıya dayanır ve açmasını ister. Kapının açılması geciktikçe daha yüksek sesle bağırmaya başlar Giovanni. O sırada Francesca’yla aşığı hızlıca toparlanmaya çalışmaktadır. Giovanni telaşla ahşap zemindeki kapaktan alt kattaki dehlize inmeye çalışırken giysisi kapağa takılır, bunu fark etmeyen Francesca da kapıyı açar kocasına. Kardeşini kaçmaya çalışırken gören Giovanni kılıcını çeker ve Paolo’nun üstüne atılır. Aşığının öldürüleceğini gören genç kadın kendini kılıcın önüne atar ve orada can verir. Hala kapağa takılan giysisini kurtaramayan Paolo da bir sonraki kurban olur.
Aşıklar aynı mezarda toprağa verilir. Giovanni cinayetlerden sonra suçlanmaz ve yargılanmaz. Herkes, ölenlerin bunu hak edecek kadar büyük bir günah işlediği konusunda aynı fikirdedir.
İnferno
1280’ler civarında yaşanan olayda can veren aşıkları ölümsüzleştiren, son yıllarını Prens II. Guido’nun (Francesca’nın yeğeni) davetiyle Ravenna’da geçiren Dante Alighieri’nin “Inferno”su (“Cehennem”) olur. Şairin “İlahi Komedya” adlı dev eserinin ilk bölümünü oluşturan “Cehennem”in ikinci katında, şehvet düşkünlerine ayrılmış bölümde rastlıyoruz Francesca ve Paolo’ya.
Dedim ki: “Ozan, birlikte yürüyen,
rüzgârda tüy gibi giden
şu iki gölgeyle konuşabilsem keşke.”
Dedi ki: “Yakına geldiklerinde
iyice göreceksin onları; kendilerini
sürükleyen sevda adına dilersen, yanına yaklaşırlar.”
Rüzgâr onları bize doğru yönlendirince
seslendim : “ Ey acılı ruhlar,
olan yoksa, gelip konuşun benimle.”
Güvercinlerin arzunun dürtüsüyle,
gerilmiş çırpmayan kanatlarla
sıcak yuvalarına uçmaları gibi, onlar da
ayrıldılar Dido’nun sürüsünden,
bize doğru geldiler bu kötü havada,
sevecen seslenişimin etkisiyle.
“Ey bu karanlık havada bizleri görmeye gelen
yufka yürekli, iyiliksever canlı,
biz ki kanımızla boyadık dünyayı,
dostumuz olsaydı evrenin efendisi,
ondan mutlu kılmasını isterdik seni,
çünkü korkunç yazgımız yüzünden acıyorsun bize.
Rüzgâr şimdiki gibi izin verdikçe,
söylemek istediklerinizi dinleriz,
dinlemek istediklerinizi size söyleriz.
Dünyaya geldiğim bölge,
Po’nun kollarıyla birleşip de
denize döküldüğü kıyıda.
Soylu yüreklere kolayca giriveren sevda
elimden alınan yakışıklı bedenimle
büyüledi onu; bu ayrılış içimde sızı hâlâ.
Sevileni sevmeye zorlayan sevda
öyle güzellikler tattırdı ki bana,
gördüğün gibi, eli hâlâ yakamda.
Sevda ortak ölüme götürdü bizi.
Kainat beklemekte bizi öldüreni.”
Böyle sona erdi bize dedikleri.
Bu yaralı ruhları dinleyince
başımı öne eğip, öyle uzun süre
tuttum ki, sonunda ozan “ Ne düşünüyorsun? “ dedi.
Yanıt vermek için söze girdim: “Yazık ki,.
tatlı düşüncelerin, güzel isteklerin
kurbanı olmuş bunlar! “
Sonra onlara döndüm, ilkin
şunları dedim: “Francesca çektiklerin
üzüntüye, gözyaşına boğdu beni.
Söylesene: birbirinize içinizi
açmadan önce, sevdanın hangi belirtisi
gizli duygularınızı ele verdi?”
O dedi ki: “Mutlu günleri
anmak acılı günlerde, inan ki
acıların en büyüğü, ustan da bilir çok iyi.
Ama sevdamızın nasıl filiz verdiğini
öğrenmek istiyorsan ille de,
anlatayım ağlayarak konuşan biri gibi.
Bir gün vakit geçsin diye
Lancelot’nun sevda öyküsünü okuyorduk,
yalnızdık, art niyet taşımıyorduk.
Okurken birçok kez gözlerimiz karşılaştı,
birçok kez yüzlerimiz sarardı,
ama bir yer geldi, kendimizi tutamadık artık.
İstek yüklü güler ağzı
sevgilisinin öptüğünü dinleyince,
yanımdan hiç ayrılmayacak sevgilim de,
tir tir titreyerek öptü dudaklarımı.
Galehaut hem kitap, hem yazar oldu bize;
o gün başka bir şey okumadık.”
Bunları anlatırken ruhlardan biri,
öteki ağlıyordu; hali öyle dokundu ki,
kendimden geçtim, ölüyordum sanki;
yere düştüm, ölü bir beden gibi.
Görüldüğü gibi, Dante aşıkları kınamaz, tam tersine onların azap çeken ruhlarına tanıklık edince kederden dengesini kaybeder ve yere yığılır. Kimileri, Francesca’dan on yaş genç olan ve Ravenna’ya daha önceleri de yolu düşen Dante’nin genç kadını kişisel olarak tanıma fırsatı bulduğunu söylese de bunun somut bir kanıtı yoktur. Büyük olasılıkla şair, olayı dinledikten sonra bunun, şehvetin yol açtığı günahlara iyi bir örnek olduğunu düşünmüş ve “Cehennem”’inde onlara da bir yer açmış olmalıdır.
Shakespeare’in “Romeo ve Juliet” oyunundan üç yüzyıl önce yaşanan bu gerçek aşk öyküsü, pek çok sanatçıya da esin kaynağı olur doğal olarak. Sayfada Gabriel Rossetti, Gustave Doré, Ary Scheffer, William Blake ve Dominique Ingres’in resimlerini göreceksiniz. Yalnızca bunlar değil elbette; Rossini, Tchaikovsky ve Rachmaninoff gibi besteciler de eserlerinde bu aşkı konu eder; 1800’lerin başından başlayarak pek çok tiyatro oyunu yazılır yüzyıllar öncesinin bu tutkulu aşkı için. Aralarında Byron’ın da bulunduğu sayısız şairin uzun şiirlerini de bunlara katmalıyız.
Bundan neredeyse 750 yıl önce yaşanmış bir aşkın gitgide daha sıklıkla sanata konu olması, büyük ölçüde, duyguları aklın önünde tutan Romantizm akımının etkisiyledir sanıyorum; böylelikle, tek suçu duygularına gem vuramamak olan Francesca, zamanla, cehennemde kahkahalar atan bir günahkardan aşkı için ölümü göze alan bir ikona dönüşür.
Rodin
Bitirmeden önce Rodin’in ve bu eserinin neden önemli olduğundan söz edelim dilimiz döndüğünce. Heykel sanatında konu edilenler çok uzun bir süre İsa ve Meryem, mitolojik kahramanlar ve kimi zaman da soylular olmuştur yalnızca. Rönesanstan 20. yüzyıla, Donatello, Michelangelo, Bernini ve Canova gibi olağanüstü heykeltraşların eserlerine baktığınızda, başrolde olan hep heykeldir. Eser, idealize edilmiş güzelliği ve kusursuz işçiliğiyle, sanatçının rolünü -ve görünürlüğünü- çalmıştır. Heykelde, sanatçının konusuna ne gözle baktığını gösteren pek az şey bulunur. İşte Rodin’in başardığı, sanatçının, eseri üstünde görünür olma hakkına kavuşmasıdır.
Rodin kimi zaman malzemesini saklamaz, yüzeyi ipeksi ve parlak değil, pürüzlü bırakır, hatta heykelin kimi kısımları bile eksik ya da yarım olabilir; bu da görenin, bunun -örneğin- bir “Davut” değil, “Davut heykeli” olduğunu algılamasını kolaylaştırır ki bu da sanatçıya, eserini yaratırken özgürlük sağlar.
[Aynı durum resim sanatı için de geçerlidir ancak ressamların konularını idealize edilmiş bir şekilde değil, kendi gördüklerince, gerçeklikten çok onlarda uyandırdığı duygularla birlikte resmetmeye başlaması heykel sanatına göre daha erkendir; heykelin bu prangadan kurtulmasındaki ilk öncülerden en önemlisi Rodin’dir ve kimi sanat tarihçilerinin katıldığı bir yorum değilse de, çoğunlukla modern heykel sanatının babası olarak gösterilir.]
Kimbilir neredeki bir dağdan koparılan biçimsiz bir mermer kütlesinden Rodin’in maharetli ellerinde aşk ve tutkuyu anlatan bir anıta dönüşen “Öpücük”, sonrasında aşkı anlatacak her eser için çıtayı çok yükseltmiştir kuşkusuz; ancak sanatın bir duyguyu aktarmak için kullanabileceği yollar sınırsızdır; yeri gelir, son derece basit ve yalın bir eser de Rodin’inkiyle benzer şekilde çarpar sizi, tıpkı Constantin Brâncuși’nin “Öpücük”ü gibi.
Constantin Brâncuși’nin Rodin’in mirasını reddettiği söylenegelir kimi sanat tarihi kitaplarında. Aynı düşüncede değilim, bence Brâncuși de Rodin’in açtığı yoldan ilerlemiş bir sanatçı, yalnızca aynı yolda figüratiften soyuta çok hızlı koşmuş bir heykeltraş Brâncuși.
Haftaya onun “Öpücük”üyle devam edelim.