Oğuz Pancar
ÖYKÜLÜ ŞARKILAR, ŞARKILI ÖYKÜLER
Bu resmi Lhasa aynaya bakarak yapmış, bir otoportre yani. Ama bana bu resimdeki o değil de annesiymiş gibi geliyor hep. Lhasa’nın yirmi beş yaşında yaptığı bu albüm muhtemelen annesine örtük bir sitem ve onunla iç hesaplaşmasının ürünü.
De Cara a la Pared
Duvara(1) Dönük
Llorando
Gözüm yaşlı
De cara a la pared
Duvara dönük
Se apaga la ciudad
Şehir ölüyor
Llorando
Gözüm yaşlı
Y no hay màs
Ötesi yok
Muero quizas
Ölüyorum belki de
Adonde estàs?
Neredesin?
Soñando
Hayal kuruyorum
De cara a la pared
Duvara dönük
Se quema la ciudad
Şehir yangın yeri
Soñando
Hayal ediyorum
Sin respirar
Nefes almadan
Te quiero amar
Seni sevmek istiyorum
Te quiero amar
Seni sevmek istiyorum
Rezando
Yakarıyorum
De cara a la pared
Duvara dönük
Se hunde la ciudad
Şehir batıyor
Rezando
Yakarıyorum
Santa Maria
Aziz Meryem
Santa Maria
Aziz Meryem
Santa Maria
Aziz Meryem
Göçebe Hayat
Bu haftanın konusu yaşam ışıkları çok erken sönen iki müthiş şarkıcıydı: Eva Cassidy ve Lhasa de Sela. Ancak yazarken farkına vardım ki Lhasa de Sela’yı yarım sayfada anlatmak olanaksız, en azından benim harcım değil. O yüzden Eva Cassidy bir başka yazıya kaldı.
Önce, bilmeyenler için Lhasa’nın yaşam öyküsü; Lhasa de Sela 1972’de New York yakınlarında küçük bir kasabada doğar. Annesi Alexandra Karam fotoğrafçı ve aktris, Meksika asıllı babası Alejandro Sela İspanyolca öğretmenidir, ikisi de hippi kültürünü ve yaşam tarzını benimsemiş ilginç insanlardır. Lhasa’ya beş aylık oluncaya kadar bir ad konmaz, sonra annesi okuduğu “Tibet Ölüler Kitabı”nda ilk kez duyduğu “Lhasa”yı ad olarak seçer kızına (Lhasa Tibet’in başkenti ve Yasak Şehir’in asıl adıdır).
Lhasa’nın çocukluğu boyunca, hayli kalabalık olan aile (Lhasa’nın, anne ve babasının önceki evliliklerinden olanlarla birlikte dokuz kardeşi vardır.) bir okul otobüsünden dönüştürülmüş karavanla Meksika ve ABD arasında mekik dokur, bu karavan evleridir aynı zamanda. Babası bir yandan değişik işlerde çalışırken bir yandan da “Meksiko Şehri’nin Fethi” konusunda İspanyol Edebiyatı doktorasını sürdürmektedir. Anne de karavanda çocukların eğitimiyle ilgilenir bu arada. Eğitim müfredatını müzik, edebiyat, resim, fotoğrafçılık, doğa gibi konular oluşturur.
Lhasa on üç yaşındayken ebeveynleri ayrılır, annesi ve kızkardeşleriyle San Francisco’ya taşınırlar. Orada müzikle –daha- ciddi olarak ilgilenmeye başlar, şan dersleri alır, arada yerel cafélerde şarkı söyler. 1991’de Canada L'École Nationale de Cirque’de (Kanada Ulusal Sirk Okulu) okuyan kızkardeşleri Miriam ve Ayin’i ziyaret için Montreal’e gider, ertesi yıl o da oraya yerleşir. Geçinebilmek için türlü işlerde çalışırken barlarda şarkı söyler fırsat çıktıkça. Sonra hayatını değiştirecek olan müzisyen, gitarcı Yves Desrosiers’le tanışır.
Başlangıçta Billie Holiday’e öykünmektedir Lhasa, ancak Yves sesinin Meksika müziğine daha uygun olduğuna ikna eder onu, çok sevdiği Chavela Vargas’ın şarkılarını söylemeye başlar bu kez. Sonra müziğine, çocukluğundan beri dinlediği Ortadoğu ezgileri (büyükbabası Lübnanlıdır), Klezmer ve çingene cazını da boca eder. Ortaya çıkan müzik benzersizdir (Türüne karar veremedikleri için sonradan “World Music” olarak adlandırabilirler ancak.).
Sonrasındaki birkaç yıl Montreal barlarında şarkı söyleyerek geçer. Lhasa çok utangaçtır, bu yıllarda hem sahne korkusunu yenecek, dinleyiciyle iletişim kurmayı öğrenecek hem de şarkı tekniğini ve dağarcığını geliştirecektir.
İlk albümü “La Llorona” 1997’de çıkar. Albümdeki tüm şarkılar İspanyolcadır. Önce Montreal’de ve Quebec eyaletinde, sonra Kanada ve ABD’de tanınmaya başlar yavaş yavaş. Sonra kazandığı bir yarışmayla Paris’te konser verme şansı yakalar.
Sirk
Paris’te verdiği konserlerle Avrupa’da da hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşır. Ancak kazanmakta olduğu ün ve gördüğü yoğun ilgi korkutur Lhasa’yı, kabuğuna çekilir bir süre. Kızkardeşlerinin Fransa’yı turlayan “Pocheros” sirkine katılır, gösterilere onun şarkı söylediği bir bölüm eklenir hemen. Çocukluğunun ardından ikinci kez sürdürdüğü göçebe yaşamı sonrasında Marsilya’ya yerleşir. Orada yeniden şarkı yazmaya başlar.
Dört yıl sonra Montreal’e döndüğünde bavulu ikinci albümü için yazdığı şarkılarla doludur. 2003’te piyasaya çıkar “The Living Road”. İlk albümün aksine bu albümde İspanyolca dışında İngilizce ve Fransızca şarkılar da vardır.
Artık dünya üzerinde “Lhasa” adının Tibet’in başkenti dışında bir şey ifade ettiği dinleyici sayısı oldukça artmıştır bu albümle birlikte. Çoğunluğu turnelerle(2) geçen altı yıldan sonra bu kez “Lhasa” albümünü çıkarır 2009’da. İngilizce şarkılardan oluşan albümün çıkmasından kısa bir süre sonra kanser teşhisi konur Lhasa’ya. Yirmi bir ay direnebilir ancak, 1 Ocak 2010 akşamı Montreal’de soluğu söner bu muhteşem şarkıcının. Öldüğü akşamdan başlayarak dört gün boyunca –nadiren görülen şekilde- kesintisiz kar yağar Montreal’e.
Dinlemiş olanlar çok iyi bilir ki Lhasa de Sela benzersiz bir ruh. Şarkıcı demek doğru gelmiyor, şarkı söylemekten fazla birşey çünkü yaptığı, dert ortağına içini dökmek gibi, ruhunun en mahrem yerlerini açıp göstermek gibi.
Toplumun deli gömleğinden azade özgürce yetişmiş, ün, kariyer ya da servet gibi ağırlıkları hiç sırtında taşımamış, insanlara ve doğaya karşı sevgi dolu bu genç kadının sesindeki hüzün hep şaşırttı beni. Dediğim gibi, profesyonel bir şarkıcı olarak görmüyorum Lhasa’yı, o yüzden bilmediği bir hüznü taklit edebileceğine inanmıyorum. Ve sanıyorum ki, bu hüznü besleyen şey de annesiyle ilişkisi.
Çok sevmesine rağmen Lhasa’nın annesiyle ilişkisi çoğunlukla sancılıdır. Kimbilir belki de on çocuk arasında bölüştürülen ilgi ve sevgiden Lhasa’nın payına çok az düşmüştür. Yaratıcı ve karmaşık bir kişiliğe sahip olan Alexandra’nın bencilliğe varan kendine dönüklüğü de Lhasa’yı örselemiş olmalı çocukluğu boyunca. Sonradan temizlense de yıllarca eroin bağımlısı olan annesinin, babasıyla ayrılması da -babasına çok düşkün olan- küçük Lhasa’yı yaralamıştır sanıyorum. Annesinin uyuşturucu etkisinde olduğu bir sırada, önceki evliliğinden olan iki kızından birinin penceden düşerek yaralanması, bunun sonucunda bu iki kızın velayetinin Alexandra’dan alınması, annenin geçirdiği sinir krizleri…Bütün bunlar Lhasa’nın çok hatırlamak istemediği çocukluk anıları olsa gerek.
Ağlayan Kadın ve Medea
Buradan Lhasa’nın ilk albümüne ad veren “La Llorona”ya gelmek istiyorum. İspanyolca, ağlayan, gözü yaşlı (kadın) anlamına gelen bir sözcük bu. Geleneksel bir Meksika halk masalının da adı. Masal şöyle; Maria adında güzel kadın zengin bir çiftçiyle evlenir, kocasını çok sever, iki oğulları olur. Bir gün kocasını başka bir kadının yanında görünce gözü döner, intikam için iki çocuğunu nehirde boğarak öldürür, sonrasında da kendi canına kıyar. Fakat ruhu “öbür tarafa” varamaz, iki dünya arasında sıkışıp kalır ve geceleri ağlayarak çocuklarını arar durur sokak aralarında. Bu yüzden Meksika’da, geceleri esen ve ağlama sesini andıran rüzgarlara “Llorona” denir.
Yunan mitolojisine aşina olanlar belki bu masalın Medea öyküsü ile benzerliğini farketmişlerdir. Bilmeyenler için o öykü de şöyle; Argo gemisiyle yaptıkları zorlu yolculuğun sonunda Kolkhis’e (bugünkü Gürcistan) ulaşan ve kral Aietes’in sahip olduğu “altın post”u ele geçirmek isteyen İason ve argonotlar, savaşmayı beklerken oldukça iyi karşılanırlar. Kral, savaşmak yerine İason’a asla başaramayacağını düşündüğü bazı görevler verir. Kral’ın büyücü kızı Prenses Medea’nın kendisine aşık olmasından yararlanan İason, yardımına karşılık onunla evleneceğine söz verdiği Medea sayesinde bu görevlerin üstesinden gelir. Ancak Kral Aietes, altın postu vermeyi de kızının evlenmesini de kabul etmez. Bunun üzerine altın postu çalan İason ve Medea kaçarlar. Evlenirler, iki oğulları olur. Aradan yıllar geçer, İason Korinth kralı Kreon’un kızı Kreousa’yla evlenebilmek için Medea’yı terkeder. Bu evliliğe engel olamayan Medea, aşkıyla orantılı bir öç tasarlar, düğün armağanı olarak geline zehirli bir taç ve şal göndererek hem onu hem de onu kurtarmak isteyen kralı öldürür, İason'dan öcünüyse kendi çocuklarını öldürerek alır. Öykünün sonunda Medea ateşten atların çektiği arabayla göklerde kaybolur.
Sonra, “La Llorona” ve Medea öyküsünü aklımda tutarak Lhasa’nın albüm kapağı için çizdiği resme bakıyorum. Picasso’nun “Mavi Dönem” resimlerine ve biraz da Kokoschka’nın tarzına benzetiyorum bu resmi. Figürün duruşu da Van Gogh otoportreleri ile Vermeer’in “İnci Küpeli Kız”ını hatırlatıyor nedense bana. Resimde, rengarenk boyanmış da olsa, şahin gibi, delici bakışlara sahip, sert ve kasvetli bir çehre görülüyor. Bu resmi Lhasa aynaya bakarak yapmış, bir otoportre yani. Ama bana bu resimdeki o değil de annesiymiş gibi geliyor hep. Lhasa’nın yirmi beş yaşında yaptığı bu albüm muhtemelen annesine örtük bir sitem ve onunla iç hesaplaşmasının ürünü.
Annesi ya da babası tarafından örselenmiş bir çocuk kalbi çok zor iyileşiyor.
Yaşasa bugün kırk dokuz yaşında olacaktı. Çok erken ayrıldı aramızdan, yattığı yer hep bahar olsun…
- Buradaki “duvar”, Katoliklerin evlerindeki duvar önünde dua için ayrılmış bölümü ya da nişi ifade ediyor olabilir.
- 2005’te İstanbul’da Sepetçi Kasrı’nda da bir konser verdi.