Eda Yılmayan
Mahfi Eğilmez'den kuralsız Türkiye'nin romanı: Fon
Oluşturulan bir fonla cemaat, bürokrasi, iş dünyası ve yargı arasındaki karışık ilişkisi ağını yazan Mahfi Eğilmez, “Bizde maalesef kural yok. Kuralı koyan kendisinin kuraldan muaf olduğunu düşünüyor. Hatırlarsanız Özal “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” demişti. Oysa anayasayı bir kere delmekle bir şey olur. En ciddi sorunlarımızdan biri bu” diyor.
Ekonomist Mahfi Eğilmez yeni romanı Fon’da; rüşvet, yolsuzluk zincirini, yüksek getiri vaat eden bir fon ve bunlarla bürokrasi, iş dünyası, cemaatler ve yargının bağlantısını yazdı. Kitap yazarın daha önce yayımlanan İnferis ve Sahte Sultan kitaplarının da devamı niteliğinde. Ancak bir kara roman üçlemesi olarak yazılan kitaplar ayrı ayrı da okunabilir.
Fon kitabıyla ilgili görüştüğümüz Mahfi Eğilmez, “Kitabımda anlattığım fonla ilgili yaşananlar Türkiye’de sık karşılaşılan bir durum. Bu olaylar ülkemizde o kadar çok yaşanıyor ki artık şaşırtıcı da değil. Böyle bir şeyi İsveç’te yapsanız şaşırtıcı olabilir ama burada her gün yaşadığımız olaylar” diyor. Mahfi Hoca’yı bulmuşken seçim sonrası yaşanan karamsarlığı ve ekonomiyi de konuştuk.
Inferis, Sahte Sultan ve Fon. Bir seri halinde yazılan, ancak ayrı ayrı da okunabilecek bir üçleme. Kitaplarınızı klasik polisiye değil, kara roman olarak değerlendiriyorsunuz. Sebebi nedir?
Polisiye; klasik ve kara roman olmak üzere ikiye ayrılıyor. Klasik polisiyede suç, suçlu veya suçlular ve onları izleyenler; dedektif, polis, komiser bazen adli tabip, bazı olaylarda avukat, savcı var. Klasik polisiyedeki olay suçun ne olduğu, suçlunun kim olduğu ve nasıl takip edildiği üzerine… Bu olayı izleyenin yerine okuru geçirip bu hadiseyi okura çözdüren bir tür. Sherlock Holmes, Agatha Christie’nin Hercule Poirot’u, Arsen Lüpen gibi klasik polisiyeler… Esas olay suç, suçludur. Karar roman biraz daha farklı bir tür. Suç büyük ölçüde bellidir, suçlu bile bellidir. Esas olan suçun oluşumuna neden olan ortam, bu ortamın arkasında neler olduğu, yaşanan travmalar ve bunların yarattığı suçlar, suçlular ve mağdurlar…
Kara romanlar bir anlamda toplumun röntgenini çekiyor diyebilir miyiz?
Evet, bir anlamda öyle. Toplumsal olguyu bir polisiye çerçeve içine oturtup ya da polisiye çerçeveyi öne çıkarıp arka planda neler olduğunu incelemek. Bunun en güzel örneği Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabıdır. Benim yazdıklarım psikolojik analizler içermiyor. Suçun oluşumuna, arkadaki siyasal desteklere, bürokrasinin katkılarına, iş insanlarının olayın içine girmesine, bunların yarattığı ortama yönelik eleştiriler getiren bir roman. Roman karakteri Murat’ın söylenmelerinde, Rüya’nın eleştirilerinde bunlara vurgu yaptım. Benim yazdıklarımda daha çok klasik polisiye ve kara roman izleri var.
Sizinle daha önce yaptığım söyleşide “Polisiye eski bir sevda benim için” demiştiniz. Polisiye türünde yazmaya devam edecek misiniz? Şimdiden hazırlığını yaptığınız veya kurguladığınız bir kitabınız var mı?
Ortaokuldan beri bir şeyler karalarım, polisiye çok severim, okurum. Bizim toplumuzda polisiyelik, kara romanlık çok konu var. Her gün yeni bir konu çıkıyor. Toplumun yaşadıklarını anlatan olayları yazmak istiyorum. Fon kitabımda da öyle oldu. Öteden beri not alırım. Sahte Sultan kitabım aşağı yukarı 30 yıllık maceram. İşlenmemiş bir konu olarak kara roman türünde yeni bir roman yazmayı planlıyorum. Ancak bu serinin devamı gibi değil. Rüya’yı belki yeni romana katabilirim. Türkiye’de işlenmemiş konulardan birinin kadın cinayetleri olduğunu düşünüyorum. Kafamda da bir senaryo var belki orada Rüya’yı kullanacağım. Rüya, Murat’a da danışabilir ama onun yeni romanda bir fonksiyonu olmayacak.
Kitabınızda Edgar Allan Poe’nun Kuzgun şiirine yer veriyorsunuz. Edgar Allan Poe’yu okuduğunuzu ve sevdiğinizi biliyorum. Poe’nun eserlerini ilk ne zaman okumaya başladınız ve sizi nasıl etkiledi?
Ortaokulda Edgar Allan Poe’yu okumaya başladım. Sfenks diye bir hikâyesi vardı, babamın kitaplığından alıp okumuştum. Lisedeyken esas Edgar Allen Poe’nun hemen hemen bütün hikâyelerini okumaya başladım. İngiltere’ye gittiğimde tüm hikâyelerinin toplandığı bir kitabı vardı onu okudum. Onun da bir dedektifi vardır. Sherlock Holmes’a öncülük etmiştir.
“TÜRKİYE GEORGE ORWELL’IN 1984’ÜNÜ YAŞIYOR”
Romanda bir fondan söz ediyorsunuz. Slalom Fonu. Cemaat bağlantılı yine kirli ilişkilerin ortaya saçıldığı devletin içinde de örgütlenen bir yapı. Yine bir önceki söyleşimizde “Bir batılıyı Türkiye’ye getirsek yaşadıklarımızı bilim kurgu zanneder” demiştiniz. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
Türkiye’de George Orwell’ın 1984 romanını yaşıyoruz. Bunu içindeyken anlayamıyoruz fakat bu şuna benziyor: Çok sigara içilen bir odadayız, hiç dışarı çıkmadık ortamı öyle zannediyoruz ama bu ortama bir yabancıyı soksak bir cam açın der. Fon da anlattığım şey kaç kere oldu. Gençliğimde meşhur bankerler faciası vardı. Battıkları halde aynı insanlar oralara girdiler, bunlardan medet umdular. Birçok olay bilim kurgu gibi bizim ülkemizde. Batılı “Biz bilim kurgu diye okuyoruz bunları, adamlar gerçek hayatta yaşıyor bu şeyleri” der.
“ÇOCUKLARIMIZA NAMUSLU, DÜRÜST OLMAYI ÖĞRETMELİYİZ”
Kitabınızda karakterlerin bazen karamsarlığa sürüklendiğini görüyoruz. Örneğin Murat “Hiçbir şey değişmiyor. Ahlâk sorunu en büyük sorun olmaya devam ediyor” diyor. Siz tüm bu iç içe geçmiş ilişkilere baktığınızda da en büyük problemin ahlâk sorunu olduğuna katılır mısınız?
Türk insanının ahlâk sorunu var tabi hepsinin değil ama toplumun genel bir sorunu bu. Vergi ödememeyi marifet zanneden ciddi bir kesim var. Biraz zorlasanız bizler de aynı düşünceye kapılacağız. Toplanan vergilerin doğru yerde kullanılmadığını gören insanlar buna doğru itiliyorlar. Çocukluktan beri ahlâk eğitimi diye verdiğimiz şeyler doğru değil büyük bir ihtimalle. Din öğretmek ahlâk öğretmekle aynı şey değil. Çocuklarımıza namuslu, dürüst insan olmayı öğretmemiz lazım. Türk toplumunda bunun ciddi bir eksiklik olduğunu görüyorum. 2011’den beri bloğumda gelen sorulara yanıt veriyorum. Twitter’da da görüyorum. İnsanlar ahlâksız olmayı bir marifet gibi görüyorlar. Önerdikleri şeylerde bu sıkıntıdan nasıl çıkarız meselesini ararken ciddi ciddi sahte dolar basalım diyebiliyorlar.
Yeni vergiler getirildi. Bu vergiler emekçinin sırtına yüklenen ağır faturalar. Bu adaletsizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Toplum erken emeklilik gibi birtakım olmayacak şeyler talep ediyor ve bu taleplere göre oy veriyor. O vaatler nasıl karşılanacak? Yağmur gibi para yağmayacağına göre toplumun sırtına biniyor. İki tür insan var. Namusuyla vergisini ödeyenler, örneğin emekçiler. En çok yük onlara biniyor. Bu işin doğru yönetilmediğini düşünüyorum. Türkiye yanlış ekonomi politikaları uygulayarak özellikle son 20 yılda bu hale geldi. Biz 63 milyar dolarlık özelleştirme yaptık. Geçmişte yaptığımız fabrikaları satttık. 63 milyar dolarla bütün evleri yenileyebilir, şehirleri depreme dayanıklı hale getirebilirdik. Depremi Japonya’daki gibi ufak yaralarla atlatabilirdik ama yapmadık. 99 depreminden sonra deprem vergileri toplandı. Bu vergiler nereye gitti, ne kadar toplandı bilinmiyor. Tekrar vergi toplandığında insanlar haklı olarak isyan ediyor. Vergilerimiz işlemeyen havaalanlarına gitti. Kızgınlık biraz da ondan.
“NEOLİBERAL POLİTİKALAR AHLÂKSIZLIĞI GELİŞTİRDİ”
Neoliberal politikalar ahlâki değerlerin aşınmasının da sebebi değil mi?
Kesinlikle öyle. Ancak neoliberal politikaların hepsini çöpe atamayız. Çok doğru uygulanmak kaydıysa doğru tarafları var. Örneğin piyasa iyi bir sistemdir. Ama piyasada batan batacaktır. Bunların bir kısmını kurtarayım, bir kısmına devlet desteği vereyim dediğinizde bambaşka bir yere gidiyorsunuz. Denetimi kaldırdığınız zaman saçma sapan türev ürünler çıkıyor, sistem batıyor. Neoliberal politikalar ahlâksızlığı müthiş geliştirdi. Halbuki ekonomik sistem ahlâkla, etikle, denetim arasında bir yerde denkleştirilecek. Denetimi kaçırdığınızda ahlâk çöküyor, inanılmaz yolsuzluklar çıkıyor. Denetimi çok ileri götürdüğünüzde de yaratıcılık çöküyor. Neoliberal sistem kuralları kaldırdı, denetim ortadan kalktı. Amerika’da başlayan küresel kriz, türev ürünlerin batması vb. Tümü bundan kaynaklı. Biz de bu da yok! Ahbap çavuş kapitalizmi var. Kim iktidardaysa yandaşlarını destekliyor ötekileri öldürüyor. Biz de neoliberal politika bile yok!
Ponzi Oyunu’ndan söz ediyorsunuz. Kitaba konu olan Slalom Fonu ile Ponzi Oyunu arasında nasıl bir bağlantı var?
Ponzi bir İtalyan. Posta pullarını toplayarak buralardan para kazanılacağı konusunda toplumu ikna etmeyi becermiş bu işin ilk kurucusu. Bir nevi saadet zinciri kuruyor. İnsanları sisteme sokuyor, sürekli sisteme girenler var. Her yeni girenden aldığı parayla eskilere para ödüyor. Böylelikle inanılmaz para dönüşümü yaratıyor. Sisteme giriş devam ettiği sürece sistem batmıyor ama giriş olmadığında sistem çöküyor. 1980’lerin başında Türkiye’de yaşanan banker faciası da böyleydi. Kitapta da böyle bir mesele var. Kitaptaki tam bir ponzi oyunu da değil! Slalom Fonu’na para yatıranlara karşılığında kripto para, market, inşaat geliri de getirecek. Ancak bu paralar kötüye kullanılıyor, sistem çöküyor.
Kitabınızdaki karakterlerden biri doğu ve batı ayrımına dikkat çekiyor. Kitap "Kural olmayan yerde düzen kurulmaz” cümlesiyle başlıyor. Ülkemizdeki en temel sorun bu kuralsızlık hali mi? Kuralları belirleyenlerin oluşturulan kurallara uymamasının ne tür sonuçları oluyor?
İnsanlar tabi rol model arıyor. Örneğin yolda giderken eğer polis kurallara uymuyorsa insanlar da polisin kurallara uymadığı yerde ben niye uyayım diye düşünüyor. Emniyet şeridi önemli bir göstergedir. İngiltere’de, Amerika’da bulundum. Avrupa’da da öyle. Oralarda emniyet şeridine ambulans, itfaiye ve polis dışında bakan ya da bir başka biri kim olursa olsun giremez. Girerse ceza kesilir. Bizde maalesef kural yok. Kuralı koyan kendisinin kuraldan muaf olduğunu düşünüyor. Kuralı koyanın kurala öncelikle kendisinin uyması gerekir. Sistemimiz de öyle. Kurallar da istenilen insana uygulanıyor istenmeyene uygulanmıyor. Hatırlarsanız Özal “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” demişti. Oysa anayasayı bir kere delmekle bir şey olur. En ciddi sorunlarımızdan biri bu.
Kitapta yer alan çarpıcı ifadelerden biri de “Devlete hizmet cezasız kalmaz” cümlesiydi. “Kişilere değil devlete hizmet etmeye kalktığınızda devlet size sahip çıkmıyor” sözü önemli. Ancak Türkiye’de bürokrasi uzun zamandır devlete değil kişiye hizmet ediyor öyle değil mi?
Son 20 yılda öyle oldu. Eskiden böyle değildi. Bürokraside 25 yıl kaldım, çalıştım. Hazinede, maliyede, dış işleri bakanlığı, merkez bankası gibi kurumlarda kişiyle ilişki yoktu. Aksi taktirde yükselemezdim. Rahmetli Yener Dinçmen’le çalıştım. Benim önümü açmak için elinden gelen herşeyi yaptı. Ben de benden sonra gelenler için aynı şeyi yaptım. Çalışkan, başarılı, gayretli insanların önünü açmak, onları desteklemek gibi bir sistem vardı. Orada bile devlet sahip çıkmayabiliyordu. İktidar değişiyor. Bir önceki iktidar kişileri göreve getiriyor, bunu yap, şu konunun peşine düş diyor. İktidar değişince o işin peşine düştüğü için kişi görevinden alınıyor. Bu söz Ankara’da yaygındır. Devlete hizmet ettiği için birçok insanın başına böyle şeyler gelmiştir.
“YALAN SÖYLEYENDEN DAHA FAZLA YALAN SÖYLEYEREK SEÇİMİ KAZANAMAZSINIZ”
Seçimlerde temiz siyaset vurgusu öne çıkan mesajlardan biriydi ama seçim sonuçlarında gördük ki bu Türkiye’de ciddi bir kesimin pek de önemsemediği bir şeymiş. Her ne kadar nüfusun hemen hemen yarısı değişim istese de sonuçlar ortada. Seçim sonuçları sizin için bir hayal kırıklığı oldu mu? Sonuçları ve muhalefetteki tartışmaları, aslında siyasetsizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP 20-21 yıllık bir parti. 11.3 milyon üyesi var, bu ciddi bir sayı. CHP’ye bakıyorum. 100 yıllık parti. 1.3 milyon üyesi var. Öyle bir şey ki AKP’de 10 üye çalışırken CHP’de 1 kişi çalışıyor. Bir kere üye sayınızı artırmanız lazım. Muhalefet partilerinin teşkilatlanmaya ağırlık vermesi lazım. Vermezseniz sandıklara da sahip çıkamazsınız, insanları da ikna edemezsiniz. Üstelik anlatılanlar da doğru değil. Bunu da yazdım. Yalan söyleyenden daha fazla yalan söyleyerek seçim kazanamazsınız. Öyle vaatlerde bulunuldu ki… Gerçekleri söylemek lazım. CHP’nin artık karar vermesi lazım. Solcu bir parti mi yoksa sağ bir parti mi? Koyduğunuz adaylar aşırı sağı temsil ediyorsa burada da hata var. Seçmen gider kendi partisine oyunu verir. Burada çok yanlış var. Kemal Kılıçdaroğlu aday olmasaydı daha fazla oy alır mıydı emin değilim. CHP kazansaydı daha kötü de olabilirdi, enkazı devralacaktı. Bu enkaz henüz işsizlik ortaya çıkmadığı için görünmüyor. Yarın öbür gün ortaya çıkacak ve bunu göreceğiz.
Nasıl bir süreç var önümüzde?
Tamamen yanlış şeyler uyguladık. Faiz, piyasa sisteminde en önemli olaydır. Ücret vesaire önemlidir ama faiz ekonomiyi düzenlemek için önemli bir araçtır. Faizi yanlış belirledik. Enflasyonların yüzde yüzlere vardığı yerde faizi yüzde 20’lerde yüzde 30’larda tuttuk. Şimdi faizi yükselterek buradan kurtulamayız. Faizi yanlış belirlerseniz sistemi batırır, doğru belirlerseniz sistemi kurtaramazsınız. Yanında bir sürü şey lazım. Hukukun üstünlüğü önemli. Önce onunla başlamak lazım. “Faiz sebeptir enflasyon sonuçtur” gibi yanlış bir argümanla çıktık. Bankalar, sermaye şirketleri, sanayi kuruluşları para kazandı bu işten. Bu fatura çıkıyor yavaş yavaş.