Gölcük’ten Kahramanmaraş’a

6 Şubat günü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen 7,7 Mw(1)ve 7,6 Mw büyüklüğündeki depremlerde yaşamını yitiren kişilere ve diğer canlılara rahmet, yaralananlara, yakınlarına ve felâketin acısını yüreğinde yaşayan herkese şifa, güç ve kolaylıklar dilerim.

Ben 7,4 Mw büyüklüğündeki 1999 Depremi’ni -o hafta iş için bulunduğum- İzmit’te yaşadım. Gölcük ve Kahramanmaraş depremleri büyüklük ve ilk andaki yıkım görüntüleri açısından birbirine benzese de iki deprem sonrası yaşananlar biraz farklı.  

Hep söylenegeldiği gibi, Gölcük Depremi’nde devlet harekete geçmekte gecikti; bu, devletin bildik ataletinden ve bu ölçekte bir felâkete hazırlıksız olmaktan kaynaklandı; ancak , ilk saatlerdeki şaşkınlık atıldıktan sonra dönmeye başlayabildi çarklar. Ama o zaman bile yıkılmış kentlerin girişinde sağa çekmiş iş makinaları arama-kurtarmaya başlamak için Ankara’da koordinasyon yapılmasını ve oradan gelecek talimatı beklemedi, her kurum inisiyatif kullanarak harekete geçmeye çalıştı.

[Koordinasyon tabii ki çok önemli ancak görevi, afet ve acil durumlarda yardım sağlamak olan bir kurumun, her türlü felaket senaryosuna ve olasılığa karşı çok önceden hazırlanmış eylem planları olması gerekmez mi? Antakya’da yardım çalışmalarının daha geç başladığını, bunda da yıkılan AFAD binasının etken olduğunu biliyoruz ama bir depremde en son yıkılması gereken AFAD binaları ve hastanelerin kimi yerlerde daha ilk depremde yerle bir olması korkunç değil mi?]

1999’da önce bölgedeki sonra da çevre illerden gelen askeri birlikler gün ağarır ağarmaz arama ve kurtarma çalışmalarına başlamıştı, depremin ilk günlerinde nedeni bilinmez bir biçimde kışlada tutulup sonrasında sahaya çıkma emri verilmedi askerlere, bu depremdeki gibi.

1999’da madenciler deprem günü akşamı yıkılmış şehirlere ulaştırılabilmişti, yani Kahramanmaraş Depremi’ne göre daha kısa sürede.

İnsanların aklına alevi ya da muhaliflerin ağırlıkta olduğu bölgelere yardımın bilerek gönderilmediği gibi bir kuşku düşmedi hiç Gölcük’te, her bölgeye yardım neredeyse aynı zamanda ulaştı. Devlet büyükleri bölgeyi ziyaret edecek diye cankurtaranların ve yardım araçlarının kullandığı zaten hasarlı karayollarında trafiğin kesildiği iddiasını duymadık kimseden. İnsanlar Kızılay’a ya da ilk kez depremle birlikte adını duydukları AKUT’a yardım gönderdiklerinde bunun depremzedeler için kullanılacağından emindi, kimsenin aklına yolladıkları yardımların yerinde kullanılmayacağı kuşkusu düşmedi. Gölcük’te kimi eleştiriler aşırı, hatta haksız bile olsa bunlar hakkında “defter tutulmadı”, insanlarının canının yandığına verildi; yardım toplayan sivil oluşumları “akbaba” olarak nitelendiren de olmadı; oysa, nedense ilk iki gün boyunca  açık tutulan borsadaydı aradıkları  akbabalar, yani yükseleceğini bilerek çimento ve inşaat malzemesi hisselerine üşüşenler…

Bakanların deprem çadırlarını ziyaret ederken çekilen neşeli fotoğrafları düşmedi ajanslara.

Devlet kurumlarının yöneticileri kimi zaman yetersiz kalsalar da oturdukları makamları az çok hak eden kişilerdi; adam kayırma elbette o zaman da vardı ama AFAD gibi kritik bir kuruma yönetici olarak  hiç afet yönetimi deneyimi olmayan bir ilâhiyat profesörünü getirmek kimsenin aklına gelmezdi; ya da Kızılay’ın o zamanki başkanı, yedi yıldır başında olduğu kurumu, “burayı da FETÖ çökertti, ondan böyle oldu” demedi, “Sen o zaman yedi yıldır ne yapıyorsun?” diye sorarlardı çünkü. Daha Kızılay’ın yoksullara  yardım için yolladığı konserve etlerin aylar sonra bir iktidar partisi milletvekilinin otelinde ortaya çıkıvermediği zamanlardı.

Kimse yardıma koşan yabancı arama-kurtarma ekiplerinin aslında casusluk için geldiğini öne sürmedi. Diğer partilere ait belediyelerin çalışmaları küçültülmeye, yok sayılmaya çalışılmadı;  deprem bölgesine en erken ve en çok yardım götürenler arasında yer alan  -rakip partiden- bir belediye başkanına “İngiliz uşağı defol!” diye bağıracak kadar şuurunu yitirmemişti henüz kimse.

Yerli ve yabancı kurtarma ekipleri saatlerce çalışarak sağ kalan birini enkazdan çıkaracağı sırada bir resmi arama-kurtarma ekibinin gelip diğerlerini uzaklaştırdığı ve depremzedeyi enkazdan kameralar eşliğinde çıkararak şov yaptığı hiç öne sürülmedi Gölcük’te. Televizyon ve gazeteler olabildiğince her şeyi göstermeye çalıştı, bir depremzede iktidarı eleştirmeye başladığı anda mikrofonu panikle kapatarak kaçan muhabirler hatırlamıyoruz. “Olumsuzlukların çok az olduğunu, ancak çok can sıkıcı olduğu için fazlaymış gibi göründüğünü, gerisinin hava cıva olduğunu” söyleyecek kadar vicdanını yitirmemişti örneğin tırnak içindeki “gazeteciler”.

Tüm kurtarma çalışmalarının kusursuz yürütüldüğünü, yardımların zamanında ve yeterli miktarda yerine ulaştığını izlenimi yaratmak için muhalefete, daha doğrusu eleştiren herkese hakaret yağdıran, diğer tüm sesleri bastırmak için yırtınan maaşlı troller de yoktu 1999’da. Kimse yanlı ve kışkırtıcı paylaşımları bahane ederek, sivil toplumun organize olduğu ve yardımların yönlendirildiği platformların sesini kısma, bant genişliği düşürme gereği duymadı, zaten Gölcük  depreminde sosyal medya henüz yoktu, olsaydı da bununla uğraşmak kimsenin aklına gelmezdi herhalde.

Suriyeliler yoktu ama -her nasılsa- yağma olayları o zaman da görüldü; enkaz altındaki para ve değerli takıların peşindeki hırsız çetelerinin çevre şehirlerden İzmit ve Sakarya’ya üşüştüğü, bunların bilezik ve yüzükleri çalmak için enkaz altındaki cansız bedenlerden kol, parmak kestikleri hep anlatıldı; ama kimse sanki o andaki en önemli konu buymuş gibi toplumsal öfkeyi buna yöneltmek için didinmedi, birkaç yağmacının milliyetine, memleketine bakarak insanları kışkırtmadı, yağmacı oldukları savıyla dövülerek öldürülmüş insanlara tanık olmadık; enkaz altındakileri sağ kurtarmak ve açıktaki diğerlerinin acil gereksinimlerini karşılamak ilk öncelikti çünkü o sırada.

Depremden sağ kurtulanların toplanması için ayrılmış parklar, meydanlar vardı, sonradan sanki başka yer kalmamış gibi imara açılmayan.

6 Şubat’ta yaşadığımızın Cumhuriyet tarihinde görülen en büyük deprem(ler) olduğu açık, yalnızca büyüklük olarak değil, etki alanı, şiddet ve yıkım olarak da. 1999 Depremi’nde tanık olduğumuz sahnelerden çok daha kötülerini gördük, görüyoruz ne acı ki. Evet, 1999’da devlet, hazırlıkta ve deprem sonrası ilk müdahalede sınıfta kalmıştı ama o yıllarda deprem bilincinin düşük olduğunu da söylemek gerek. 7 üzerinde bir büyüklüğe sahip en son deprem 1976’da Van’ın Muradiye ilçesinde görülmüş ve çoktan unutulmuştu. Van’dakinden önce de yıkıcı depremler görmüştü ülke ama bunlar  çoğunlukla Doğu Anadolu’yu vurduğu için büyük depremler sanki Doğu’ya özgü bir şeydi toplumsal zihnimizde. “Kuzey Anadolu Fay Hattı”nı yalnızca konuyla mesleki ilgisi olanlar bilirdi; halkın çoğunluğu “Jeofizik” diye bir mühendislik dalı olduğunu ilk kez Gölcük Depremi’yle birlikte öğrendi. Deprem araştırmaları da yeterli değildi, ne fay haritaları bugünkü kadar güncel ne de veri toplama istasyonları nicelik ve  yaygınlık olarak bugünkü durumdaydı. 

O yüzden bu kez daha bilinçli, daha hazırlıklı olmalıydık, yaşadığımız bir örnek vardı elimizde çünkü. Aradan geçen yirmi dört yıl, kötü zeminlerde ve/veya kötü malzemeyle/teknikle yapılmış binaları güçlendirmek, olamıyorsa yıkıp daha sağlam bir zeminde ve olası her depreme karşı dayanacak şekilde yeniden yapmak için yeterli bir zamandı. Ama bu yapılmadığı gibi en kötü zeminler bile doymak bilmeyen bir inşaat aşkıyla yerleşime açıldı; kaçak katlara hatta kaçak binalara pek çok kez imar affı getirildi. Bir felâkete karşı güvence olması gereken devlet kurumları, akraba, eş-dost ya da partili yöneticilerle dolduruldu. Yapı denetim şirketleri yeterince denetlenmedi, “İnşaatı hiç görmeden” para karşılığı imza atan denetim şirketlerini sağır sultan bile işitti  ama yetkililer duymadı. Daha sayacak çok şey var ama uzatmayalım, yukarıda saydıklarımızın biri bile deprem dersinden kalmak için yeterli.

Yaşadıklarımız kaçınılmaz değildi, kader hiç değildi. 1960’da 9,5 M  ile bugüne dek kayıt edilen en büyük depremin vurduğu Şili’deki son depremlere -hem de yalnızca 8 Mw üzeri olanlara- bir göz atsak anlarız: 2010’daki 8,8, 2014’teki 8,2 ve 2015’teki 8,3 büyüklüğündeki depremlerde sırasıyla yalnızca 525, 7 ve 15 kişi yaşamını kaybetmiş; üstelik can kayıplarının nedeni de yıkılan binalar değil deprem sonrası vuran tsunamiler. Neredeyse her iki yılda bir Kahramanmaraş Depremi’ni yaşayan Şili’de bu depremlerde ya ölen yok ya da bütün kayıplar bir elin parmaklarını geçmiyor. Bizim gibi bir Üçüncü Dünya ülkesi olsa da 1960’taki büyük deprem sonrası imar konularında aklı, bilim ve teknolojiyi rehber edinen Şili, depremin kader olmadığının en güzel kanıtı, görmek isteyenler için tabii.

Kahramanmaraş Depremi’nin kahramanları pek çok, en başta da -tıpkı Gölcük’teki gibi- sivil halk geliyor. Depremden hemen sonra felâket bölgesine koşan yaşlı-genç her meslekten insanlar, arama-kurtarma, hayatta kalanlara tıbbi yardım, barınma, gıda ve giysi dağıtımı konularında hem şehir merkezleri hem de yardımların daha geç ulaştığı ilçe ve köylerde insanüstü bir çaba gösterdiler, resmi kurumlarla birlikte ya da tek başlarına. Depremzedelerin çok zorlu koşullarını -gönüllü olarak- yaşayan bu insanların hakkını ne yapsak ödeyemeyiz. Kendi gidemese de para ya da malzeme yardımı yapan, bağışlanan malzemelerin yerine ulaşması için emek harcayan yüz binleri de unutmamak gerek. Bu karanlık günlerde tutunabildiğimiz tek umut, böylesi yüce gönüllü insanlarımızın varlığı çünkü…

  1. Mw, bir depremin Moment Magnitude Scale’e (Anlık Büyüklük Ölçeği) göre büyüklüğü anlamına gelir. 1979’da geliştirilen bir ölçektir; Richter ölçeğine (ML) göre daha hassas sonuçlar verdiği için günümüzde deprem büyüklükleri daha çok bu ölçeğe göre verilmektedir. Örneğin 1999 İzmit depremi ML olarak 7,4, Mw olarak 7,6 büyüklüğündedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi