Oğuz Pancar
Brâncuși-Öpücük
Filmlerde gördüğünüz, sanatçının tek başına, elinde bir çekiç ve keski, mermer bir bloğu yonttuğu sahne ancak Brâncuși sonrası için gerçekçidir. Brâncuși öncesi heykel yapımı, sanatçılık kadar zanaatçılık da içeren kollektif bir üretimdir.
Geçen yazıda Auguste Rodin’in “Öpücük” heykelinden ve konusunu aldığı öyküden söz etmiş, bu hafta Brâncuși’nin aynı adı taşıyan heykeliyle sürdüreceğimizi söylemiştik.
Constantin Brâncuși’nin 1907’de, yani Rodin’inkinden çeyrek yüzyıl sonra yarattığı eser sanki zamanda geriye doğru bir sıçrayış gibi görünebilir ilk bakışta. Karşınızda duran yaklaşık 58×34×25 cm boyutlarındaki bu küçük minimalist heykeli Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki Hitit ya da Asur bölümüne koysanız kimsenin aklına bu eserin oraya ait olmadığı düşüncesi gelmez.
Dikdörtgen bir kireçtaşı bloğunun işlenmesiyle yapılan bu son derece minimalist heykel, birbirine sımsıkı sarılmış öpüşen iki kişiyi betimler. Bunlardan birinin kadın olduğunu, heykelin yan yüzünde uzayıp giden saçlarından ve ön cephedeki hafif göğüs profilinden anlarız ancak. Eski Mısır resimlerindeki gibi yan ama yarım olarak çizilmiş iki göz birleşir ve tek bir göze dönüşür heykelde. Çiftin birbirini saran kolları bloğun yan yüzlerinde kavuşarak eserin bütününü çepeçevre dolaşır. Karşımızdaki heykelde gördüğümüz, öpüşen iki kişi değil tek beden olmuş aşk ve tutkudur.
İlk Modern Eser
Bu eserin 20. yüzyılın ilk modern/soyut heykeli olarak kabul edildiğini duymak sizi şaşırtabilir. “Öpücük” aslında bütünüyle soyut sayılmaz ancak soyut sanata giden yolda büyük bir adıma karşılık geldiğine de kuşku yok. Çünkü Rönesans’ı izleyen Barok, Rococo, Neoklasik ve Romantizm sanat akımlarının tümü figüratiftir ve sanatçının betimlemelerdeki özgürlük alanı kısıtlıdır. Örneğin bir Herakles heykeli Herakles’e benzemelidir ve gören herkes tarafından da Herakles’e benzetilmelidir. Herakles’in kaslarını, giysilerini diğer sanatçılardan farklı biçimde betimleyebilirsiniz, daha sade ya da daha süslü, daha abartılı ya da sade yapabilirsiniz ancak sonuçta Herakles Herakles’e benzemek zorundadır! İşte Brâncuși’nin öncülüğünü yaptığı radikal değişim tam bu noktada farklılaşır, modern sanatta Herakles heykeli, Herakles de dahil, herşeye benzeyebilir. Sanatçıya -ve sonra izleyiciye- yaratma ve yorumlama özgürlüğünün kapılarını açan zihinsel dönüşüm çok kısaca budur.
Brâncuși’nin bu eserle çıktığı yolun nereye vardığını anlatırsak belki “Öpücük”ü de daha iyi anlayabiliriz. Sayfada sanatçının “Boşluktaki Kuş” heykelini göreceksiniz; buradaki örnek, mermerden yapılmış olanı; bronz ya da alçıdan yapılmış on beş “kuşu” daha var sanatçının. Bunun bir kuş heykeli olduğunu gösteren tek şey, eserin adı. Yaklaşık 1,5 m. boyundaki(1) bu heykel, ince, dikey, yuvarlatılmış hatlı, pürüzsüz, kemik beyazı renginde bir nesneyi sergiliyor; üstteki ucu yatık ve oval bir düzlem oluşturacak biçimde kesilmiş. Brâncuși’nin “kuşu” bu kadar. “Kuşun” ne başı ne kanatları ne de kuyruğu ya da ayakları var; bütün heykel yalnızca son derece stilize edilmiş bir gövdeden oluşuyor.
[“Öpücük” her ne kadar sadeleştirilmiş olsa da bütünüyle soyut bir eser olarak değerlendirilemez; baktığınızda, biri kadın biri erkek iki kişinin sarılarak öpüştüğü anlaşılabiliyor. Ama “Boşluktaki Kuş” öyle değil, heykelin neyi anlattığına ilişkin tek ipucu eserin adı, ki bu durum pek çok soyut eser için de geçerli bir durum.]
Belli ki Brâncuși’nin derdi bildiğimiz türden bir kuş yaratmak değil. Sanatçı, çalıştığı mermer bloğunda kuşun kafasını yontması gereken yerde hızını alamamış, kafayı, kanatları, tüyleri budamış ve yontmayı sürdürmüş gibi görünüyor, ta ki aradığını bulana dek. Aradığıysa, kafası, kanatları ve ayaklarıyla fiziksel bir kuş değil, kuşta içkin olan “uçmanın” devinimi, “uçabilme” gizilgücü ve soyut “uçma” kavramı.
[Brâncuși’nin, henüz Soyut Sanat ve Kübizm gibi 20. yüzyıla damgasını vuracak akımların ortaya çıkmadığı erken bir dönemde yaptığı çalışmalar, modern sanatın ilk örnekleri kabul edilir. Resimde Soyut Sanat örnekleri, bundan ancak on yıl sonra, Hilma af Klint ve Wassily Kandinsky’nin çalışmalarıyla görülmeye başlayacaktır.]
Brâncuși’nin esin kaynaklarından söz etmeden önce kısaca sanatçının özyaşam öyküsünü anlatalım.
Constantin Brâncuși Romanya’nın Güney Karpatlar’ında Hobiata adlı küçük bir dağ köyünde 1876’da dünyaya gelir. Ailesi çok yoksuldur, herhangi bir eğitim almaz; çocukluğu önce kendi ailesi, sonra komşuları için çobanlık yapmakla geçer. Çok küçük yaşta ahşap oymaya merak sarar. Dokuz yaşında çalışmak için yakınlardaki Târgu Jiu kasabasına gider. Önce bir boyamacıda, sonra da bakkalda çırak olarak çalıştıktan sonra kasabanın tek lokalinde garsonluk yapmaya başlar. Bir yandan da ahşap oymayı sürdürmektedir. Yaptığı çalışmaları gören bir zengin, onu Craiova Güzel Sanatlar Okulu’na kaydettirdiğinde on sekiz yaşındadır. Okula başlamadan önce okuma ve yazmayı kendi kendine öğrenmek zorunda kalır, çünkü daha önce hiç okula gitmemiştir. İki yıl sonra okulu bitirince Viyana’ya gider ve ahşap işçisi olarak iş bulur. Bundan iki yıl sonra Bükreş Güzel Sanatlar Fakültesi’nin sınavını kazanarak kayıt yaptırır. Öğrenimi süresince bir yandan da çalışmak zorundadır. Sonra Avrupa sanatını öğrenmek için gittiği Münih’te bir yıl geçirir. Oradan sonraki durağı, Avrupa sanatının kalbi Paris olacaktır. Oradaki ünlü École des Beaux-Arts’a (Güzel Sanatlar Okulu) kabul edilen Brâncuși, ömrünün sonuna dek Paris’te yaşayacaktır.
Brâncuși Paris’e geldiğinde Rodin heykel sanatının yaşayan tanrısıdır ve adı şimdiden Michelangelo, Donatello, Bernini gibi isimlerle birlikte anılmaktadır. Brâncuși’nin de Paris’e gelmesindeki en önemli neden, Rodin’in eserlerini yakından görebilmektir.
Brâncuși 1906’da Paris’te ilk kez bir sergiye katılmasından sonra sanat çevrelerinin de dikkatini çeker ve kendisine Rodin’in atölyesine yardımcı olarak girmesi önerilir. Genç sanatçı Rodin’e büyük hayranlık beslese de öneriyi geri çevirir: “Büyük ağaçların gölgesinde hiçbir şey yetişmez.”
Afrika Sanatı
Bundan sonrasında Brâncuși’nin gitgide daha kavramsal ve soyut bir biçeme yöneldiğini görüyoruz. Buna esin kaynağı olanın o dönemde başta Pablo Picasso olmak üzere Georges Braque, André Derain, Juan Gris, Amedeo Modigliani ve Henri Matisse gibi sanatçıları da etkileyen Afrika ve Okyanusya sanatları olduğunu düşünüyorum. O dönem önce gezginlerin sonra tüccarların Afrika ve Okyanusya ülkelerinden getirdikleri maske, süsleme ve ahşap heykellerin, yüzyılın kapanışında yeni bir anlatım yolu arayışında olan Avrupalı sanatçıları etkilediğini, Dışavurumculuk ve Kübizm akımlarına esin verdiğini sanıyorum.
Animizm, yani doğadaki herşeyin canlı olduğu ve bir ruh taşıdığı inancı, Afrika ve Okyanusya sanatının içkin niteliklerinden biridir; Brâncuși’nin de bu ruhu aradığını ve onu bulana dek önündeki mermer parçasını yontmaya devam ettiğini düşünüyorum. Sayfada sanatçının 1910’da yaptığı “Uyuyan Esin Perisi” heykeliyle yine sayfadaki Afrika maskesi arasındaki biçem benzerliklerine dikkatinizi çekmek isterim.
[“Kabile Sanatı”ndan en çok etkilenenlerden biri de Modigliani’dir. Ressam üzerine daha önce yazdığımız yazıda şöyle demiştik:
“1909’da Paul Alexandre’ın arkadaşlarından Romen heykeltraş Constantin Brâncuși’yle tanışması bir dönüm noktası olur Modigliani için. Çoğunun adı sonradan sanat tarihi kitaplarında kalın puntolarla yer alacak ressamlarla dost olduğu halde onlardan sanat biçemi olarak pek de etkilenmeyen genç ressam, Brâncuși’nin çalışmalarından âdeta büyülenir.
Kendisi de 1903’te Paris’e göç etmiş olan Brâncuși’nin en büyük esin kaynağı Afrika ve Okyanusyasanatlarıdır. Brâncuși’nin etkisiyle resmi bırakarak heykel çalışmalarına başlayan Modigliani, bir yandan da daha önce hiç tanımadığı bu “kabile sanatlarını”öğrenmeye adar kendini.
…
Modigliani 1910-1914 arasında bütünüyle heykel sanatı üzerinde yoğunlaşır neredeyse, yalnızca yapacağı heykellerin eskizleri için kalem ya da fırça alır eline. Çok da mutludur, öyle ki ressam değil de heykeltraş olarak anılmayı yeğlediğini söyler durur çevresine. Ancak çoğu karyatit formunda olan eserlerinin -ne yazık ki yine- alıcı bulamaması ve çalıştığı kireçtaşı malzemenin yontulması sürecinde çıkan tozların -zaten kötü olan- akciğerlerini etkilemesi yüzünden resim yapmaya geri döner.”
Modigliani’nin çalışmalarındaki tipik ince uzun yüzleri ve çekik “badem gözleri” düşünürseniz, onun bu mirası -Brâncuși gibi- Afrika sanatından aldığını fark edeceksiniz.]
Doğrudan Yontma
Bitirmeden önce Brâncuși’nin heykel yontma tekniğine getirdiği bir yenilikten de söz etmemiz gerek. Filmlerde gördüğünüz, sanatçının tek başına, elinde bir çekiç ve keski, mermer bir bloğu yonttuğu sahne ancak Brâncuși sonrası için gerçekçidir. Brâncuși öncesi heykel yapımı, sanatçılık kadar zanaatçılık da içeren kollektif bir üretimdir. Sanatçı önce heykelin -genellikle kil ya da alçıdan- küçük bir modelini yapar, ondan sonra kalabalık bir kalfalar/yardımcılar topluluğu bu modeli büyük mermer bloğuna uyarlardı. Sanatçı bu heykelde ancak son birkaç düzeltmeyi yapardı genellikle.
[Rodin çok sayıda yardımcısı olduğu için eleştirilmiş bir sanatçıdır ancak 20. yüzyıl başına dek heykel sanatı her zaman kollektif bir çalışmayla sürdürülegelmiştir. Geçmişin büyük heykeltraşlarının tümü atölyelerinde kalabalık çırak ve kalfa toplulukları bulundurmuştur. Aynı durum pek çok ressam için de geçerlidir.]
Brâncuși’yle birlikte bu da değişmiştir; sonradan “Doğrudan Yontma” adı verilen ve sanatçının elde bir model/maket olmadan doğrudan mermeri ya da kireçtaşını yontmaya başlaması uygulaması ilk onunla başlar. Brâncuși’nin çağdaşlarına göre daha az sayıda eser üretmiş olmasının nedeni çoğunlukla yalnız çalışmasıdır.
Rodin'in "Öpücük"ü tutkulu bir öpüşme sahnesini gerçekçi bir biçimde betimler; kadın ve erkeğin beden ve duruşları onların canlılığını duyumsatır izleyende. Brâncuși’nin "Öpücük"üyse figürlerin temel özelliklerini ve basit formlarını vurgular; kadın ve erkeğin yüzleri ve bedenleri soyut ve stilizedir. Brâncuși, eserini basitleştirerek, figürlerin tutkulu bir şekilde öpüştüğünü vurgulamak yerine, onların birbirleriyle nasıl uyumlu ve yekvücut hale geldiğini vurgular.
Hangisi daha güzel, size kalmış…