Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

SEVDİĞİMİZ YAZAR OYUNLARIYLA TİYATRO SAHNESİNDE!

Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nden mezun olduk ve İstanbul’a geldik. Hayatımızın en güzel dönemleri Eskişehir’de geçti, biz birbirimizle iyi iletişimde olan ve kalan kişiler olduk. İstanbul’da da birbirimizi hiç bırakmadık, hatta bir dönem İstanbul’u yaşamaya doyamadık ve hep gezdik. Bu buluşmaların çoğunda o yoktu çünkü evde sürekli kendi halinde yazıyordu, ısrarla “bırak yazmayı gel, gezelim” dememize rağmen o yazmayı tercih etti. O Nermin Yıldırım’dı, sizin tanıdığınız ve sevdiğiniz yazar benim üniversiteden arkadaşımdı. “Benim için yazmaktan daha güzel bir ödül yok” diyen Nermin, şimdi ülkenin en sevilen ve okunan yazarlarından hatta kitapları dünyada pek çok dile çevrildi. Onunla o kadar çok gurur duyuyorum ki, ona dair ne cümle kursam az gelir; “İyi ki benim arkadaşım” diyebilirim. Nermin Yıldırım Barcelona ve İstanbul hattında yaşıyor. Romanlarla başlayan hikâyesi diziler ve şimdi de tiyatroda devam ediyor. Yazdıkları şahane ve hepsi bana terapi gibi geliyor, içinde kendimi bulduğum o kadar çok şey var ki! Nermin ile uzun sohbetlerimiz, paylaşımlarımız var ama ilk kez röportaj yapmak üzerine buluştuk ve tiyatro oyunları üzerinden yola çıkarak sohbet ettik. Bu röportajın anlamı benim için farklı, yıllar geçmiş ve yazar olan arkadaşım Nermin Yıldırım ile röportaj yapıyorum. Röportajımıza siz de eşlik edin, sonra onun kitaplarından birini okuyun (okumayan kaldıysa tabii) ardından tiyatro oyunlarına gidin isterim. Şu anda yayında olan ‘Kirli Sepeti’ dizisini de o yazıyor, onu da izliyorsunuzdur eminim. Herkese kendini iyi hissedeceği bir pazar dileriz.

[gallery columns="2" size="medium" ids="536832,536830,536825"]

İki tiyatro oyunun ‘Üç Eksi Bir’ ve ‘Aile Yalanları’ sahnede. Tiyatroda yazar olarak yer almak istediğin bir şey miydi ve nasıl bir duygu?

Benim asıl evim her zaman roman ama tiyatro da daima ilgilendiğim ve parçası olmak istediğim bir alandı. Ondan o kadar çok beslendim ki borcumun hiç değilse bir kısmını onun için emek harcayarak ödemek istedim sanırım.  Oyunları yazarken de çok zevk aldım. Yani başka oyunlar da yazacağım. Tiyatro kolektif üretim yapmak için güzel bir alan, her şeyden önemlisi temiz bir alan. Tiyatro bence Türkiye'deki yaşamayı sürdüren nadir mücadele alanlarından biri. Yani hem politik hem estetik olarak sözümüzü söylememize imkanlar tanıyan bir alan olması hasebiyle de ilgimi çekiyor. Seyirci olarak bile onun bir parçası olmak çok büyük ve kıymetliydi benim için. Uzun zamandır hep bir biçimde yazdığım metinlerden birini tiyatroya uyarlamak ya da baştan bir tiyatro oyunu yazmak yönünde düşüncelerim vardı. Arka arkaya çok roman yazdığım için bir türlü ona sıra gelmedi. Ne zaman ki romanlara bir mola verdim artık başka formlara bakabildim. Başka formlarda yazmak ya da yazdıklarımı dönüştürebilmek, bu benim karşı olduğum bir şey değildi, sadece ince eleyip sık dokuduğum bir şeydi. Özellikle romanlardan gelen metinleri birilerine emanet etmek ya da kolektif bir şeylerin içine sokmak istediğim vardı ama çeşitli hassasiyetlerimden dolayı hep çok seçici oldum ve ağır hareket ettim. Bulduğum ilk boşlukta da önce son kitabım ‘Bavula Sığmayanlar’daki aynı adlı novellayı ‘Aile Yalanları’ olarak tiyatroya uyarladım. Oyun yazdığım bir biçimde duyulunca başka teklifler de gelmeye başladı. O noktada da yollarımız Devrim Yakut ve Feri Baycu Güler ile kesişti ve ‘Üç Eksi Bir’ oyunu da böylece ortaya çıkmış oldu. Onu da kitaplarımdaki bir metinden uyarlama olarak değil de sıfırdan doğrudan tiyatro oyunu olarak kaleme aldım.

“Acının estetize edilmesi meselesi…”

Yazarken çıkış noktan ne oluyor?  

Romanlarla ilişkim başka ve çok katmanlı. Bir romanı başka bir yere koymaya karar vermek için çok zamana ve başka türlü bir çabaya ihtiyacım var. Orada romana karşı, okura karşı değişik bir sorumluluk hissediyorum. Bu yüzden ikinci yazdığım oyunda sıfırdan bir metin çıkarmak istedim. Her yazdığım şey, roman da dâhil şunu söyleyebilirim; ben hayatımın o döneminde neyi dert ediniyorsam, neye çok kafa yoruyorsam, neyi anlayamıyorsam, anlamak istiyorsam konularım da temalarım da hep oralardan geçiyor. Son birkaç yıldır çok dert ettiğim, hemen hemen bütün romanlarımda bir biçimde ele aldığım bir mesele var. Çağımıza bir eleştiri, acının estetize edilmesi meselesi. Bir acıdan beslenmek yani bir acıyı sağaltmak için sana iyi gelsin diye anlatmak, yas tutar gibi anlatmak, acıyı sağaltırken başka bir şeye dönüştürmek başka bir şey… Ama bir tür şehvete kapılıp acıyı kullanışlı bir şeye dönüştürüp estetize etmek ve ondan fayda sağlamak başka bir şeydir. Bu ikincisi beni her zaman çok irkiltir. Yazarken de her zaman çok uzak durmaya çalıştığım, anlattığım metinlerde de bu uzaklığım sebebini hep oraya koymaya çalıştığım bir konudur. Beni yazar olarak irkilten bir konudur. ‘Üç Eksi Bir’ oyununun metnini de onun üstüne kurdum aslında. Bir yas hikâyesi ekseninde iki yazar ve ebeveyn arasında geçen oyunun göbeğinde acının estetiğinin eleştirisi var.

‘Üç Eksi Bir’ oyununun hikâyesi ne anlatıyor?  

Birkaç katmanlı bir hikâye; bir tarafta bir yas hikâyesi gibi görünürken arka tarafta aslında o yasın nelere dönüştüğü ve nelere dönüşebileceğinin, insan egolarının, yazar egolarının da sorgulandığı bir metin. Temel ve kavramsal olarak yazmanın vesileleri, yazmanın sebepleri ne aslında? Karşılaştığımız bir metin bir derde binaen mi yazıldı, yazarın yazmazsa öleceği bir şey mi vardı yoksa yazar baktı güzel bir müzik eşliğinde önünde kahvesi kelimeleri yan yana getirirsem şık durur mu diyerek mi yazdı? Bir metinde o anlaşılıyor. Yazarken yazarın niyeti anlaşılıyor. Yazdığımız metni hediye paketine dönüştürmek ve öyle sunmak utanç verici bir şey. Bu benim insan olarak, yazar olarak, hayatta her kimsen o olarak tüylerimi diken diken eden, dehşet veren bir şey. Aslında ‘Üç Eksi Bir’ biraz bunu eleştirdiğim, bu dehşeti gözler önüne sermeye çalıştığım bir oyun.

[gallery size="medium" ids="536986,536987,536988"]

“Aile Yalanları’nın hepimizin hikâyesi olduğunu düşünüyorum”

Aile Yalanları’ oyununda ailemi daha çok anladım ama anlarken de kendi hayatımı ne kadar özgür yaşayabildiğimi sorguladım.

Böyle bir sorgulamaya yol açmasına, sevindim. Bu tamamen izleyenin kendi ailesiyle ilgili sorgulamalarla koltuktan kalktığı bir oyun oldu. Novella da öyleydi zaten. Bir tür aynalama yapıyor çünkü. ‘Aile Yalanları’nın hepimizin hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz öyle ya da böyle var olan ya da var olmayan bir aileden geldik. Ve onların yokluklarının ya da varlıklarının izlerini taşıyoruz; bunların bir kısmı böyle sıcak, şefkatli bizi iyi hissettiren izler. Bir kısmı da her şeye rağmen son derece gaddar hisler, marazlarımızla birlikte bizi inşa eden izler. Biz çok konuşmamıza rağmen hiç anlaşamamaktan aslında mustarip bir toplumuz. Bütün hayatımızın bir şekilde yanlış anlaşılmaların üstüne inşa olduğunu düşünüyorum. Yani dinlemeyi çok bilmememizden, empati yapmaya zahmet etmeyişimizden kaynaklı. En yakın ilişkilerde, en yakın dostluklarda, aşk ilişkilerinde, aile ilişkilerinde tek bir olayı ayrı odalarda kişilerin ağzından dinlesek herkes ayrı hikâye anlatır. Çünkü birbirimizi anlamıyoruz. Anlama yolunda bir o kadar ön yargılara ve başka şeylere, bariyerlere takılıyoruz ki gerçekten birbirimizi anlayamıyoruz. Aile içinde olduğu zaman bu anlaşılmama çok derin yaralara sebebiyet veriyor. ‘Aile Yalanları’nda aslında basit ve mizahi bir şeyden açılıyor konu. Küçük bir aile trajedisi üstünden zaman geçince o hikâyelerden biri yaşarken acı ama anlatırken komik. O hikâye içine önce bir ailenin kızının gözüyle giriyoruz, onun hikâyesinin bittiği yerde babanın hikâyesi başlıyor. Aynı hikâyeyi kendi perspektifinden anlatıyor. Onunki bitince anneninki başlıyor. Hepsi bittiğinde, tabii hepsi birbirlerinin hikâyelerinden geçiyorlar ve kimse kimseyi hiç anlamamış olduğu gibi acı ama o sırada komik görünebilen acı gerçek ortaya çıkıyor. Oyunun benim sevdiğim yanı gülerken ağlayıp ağlarken gülebilmemiz. Çünkü hepsi hayata dair sadece komik ya da sadece acı değil. Yaşarken çok acı olup iki dakika sonra komikleşebiliyor. Ya da en acı şeyin içinde bir yere denk geliyorsun hayatta bir bakışa, bir küçücük minicik bir detay o durumu birden çok absürt, eğlenceli, komik, saçma yapabiliyor.

“Benim derdim zaten cevap vermek değil, o soru işaretini oluşturmak”

Her iki oyunda da duygu geçişleri var hem gülüp hem hüzünlendiriyor insanı. Kafanda da kendine sorular sorarak çıkıyorsun oyundan.

Seyircide de onu görüyorum, doğrusu benim metinlerde amaçladığım şey buydu zaten. Bu oyunlardan çok ağlayarak çıksalar mutsuz olurdum, benim yapmak istediğim bir şey değil.  Sadece gülseler ve "Aaa işte uçtu gitti kafamdan ama iyi vakit geçirdim" deseler yine ben aradığıma ulaşamamış olurdum. Ama iki duygu birden var ve hep bir soru. Yani insanlar salondan çıkarken birbirlerine bir şeyler soruyorlar, bu benim çok hoşuma gidiyor. Kafalarında bir soru işareti oluyor. Benim derdim zaten cevap vermek değil, o soru işaretini oluşturmak. Oluşuyorsa muhteşem bir şey bu!

“Ben yalnız değilim duygusuyla seyircinin birbirine sarılması beni çok etkiledi”

Yazarı olarak senin oyunlarını neden izlesinler, oyunlara dair aldığın yorumlar nasıl?

Ben böyle bir cümle kurmam, kitaplarımı da şundan okusunlar hiç demedim biliyorsun. Oyuna da bundan gitsinler diyemem. Ben sadece kendim onu neden yaptığımı biliyorum, ondan sonrası her metin sahibine, ilgili insana zaten bir sebepten bir şekilde ulaşıyor. Dolayısıyla hani onu gerekçelendirmek yine bence seyircinin işi, okurun işi. Ben sadece ne niyetle yaptığımı söyleyebilirim. ‘Üç Eksi Bir’ ile ilgili geri dönüşlerde İzmir’den çok kıymet verdiğim psikolog bir okurum şöyle bir şey yazmış; “İnsanlar gözyaşı döküyor, dökmüyor değil. Ama oyun bitince birbirlerine sarılıyorlar. ” Bu benim için acayip bir şey, o kadar rahatladım ki bunu okuyunca. Hiç kimse dağılmış olarak çıkmıyor yani oyun seni dağıtmıyor aksine dayanışma doğuyor. Bu bizim hayatımız, bizlerin hayatı. Ben yalnız değilim duygusuyla seyircinin birbirine sarılması beni çok etkiledi. Duyacağın pek çok başka övgüden daha kıymetli bir şey bu benim için.

“Kimsenin tamamen haklı ya da haksız olmaması lazım, hayat öyle bir şey değil, her şey gri hayatta”

Senin yazdıklarında böyle bir etki var, oyunlarında da bu etki sürüyor.  

Herkesin de kendinden bir şey bulduğunu görmek çok anlamlı. Ve herkese farklı yerden temas hissetmesi çok güzel. Oyun bir puzzle gibi aslında, duygular puzzle gibi aynı zamanda da. Onun için mesela hep bir yerlerde gülünüyor hep bir yerlerde ağlanıyor tıpkı hayat gibi. Oyun, biraz da reaksiyonlarıyla birlikte gördüğünde daha da değişik bir yere oturuyor kafanda. Yazarken romanlarda da öyle; kimsenin tamamen haklı ya da haksız olmaması lazım, hayat öyle bir şey değil, her şey gri hayatta. Oyunlarda da böyle; benim perspektifimden en haksız görünen başka bir insanın perspektifinden dinlediğimiz zaman onun için üzülebiliriz, ona acıyabiliriz ya da bana kızabiliriz. Tamamen bu matematiği, bu hayat matematiğini kurmaya çalışıyorum. Mesela ‘Aile Yalanları’ oyununda her seferinde başka birine hak vererek döneceksin. Kendinde belki de beş ayrı kimlik bulacaksın annelik babalık neyse yani orada. Bu da işte oyunu canlı kılıyor, sahnede yaşamaya devam ediyor ve her yeni temsilde yeniden doğuyor aslında bu çok kıymetli bir şey. Ekip arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum bunu çok canlı tuttular gerçekten.

“Benim kendime göre belirleyici olan son derece net, politik, etik, estetik çizgilerim var”

Roman bireysel ve yalnız yapılan bir süreçken şimdi tiyatro yazarı olarak kocaman bir ekibin içindesin. Tiyatroda ekip açısından hassasiyetlerin neler oldu, nasıl bir dünyada buldun kendini?

Bir, hikâye artık senden çıkıyor. Eğer o ekiple aynı hassasiyetlere, aynı bakış açılarına sahipsen aşağı yukarı ona benzer bir dünya çıkıyor ki ben bu konuda şanslıyım. Yine de aynı olması mümkün değil çünkü onlar sen değil yani herkes kendi varlığıyla, kendi cebindekilerle giriyor bu işin içine. Bu tür işleri yazar açısından hem kaygı verici yapan hem de heyecanlı yapan bu zaten. Çünkü sen zaten bu yola girdiğinde kolektif bir şey yapmaya karar vermiş oluyorsun ve işte oyuncuların, rejinin, bütün ekinin yani herkesin dünyasını zenginleştirdiği bir şeyin parçası oluyorsun. O artık senin olmuyor, sen o büyük şeyin bir parçası haline geliyorsun. Bu çok heyecan verici bir şey; aynı bakış açısına, aynı estetik, ahlaki kaygılara sahip birileriyle bir işi büyütmek, o işte satırlardaki karakterleri, ruhları ete kemiğe büründürüp ayağa kaldırmak ve buna tanık olmak çok anlamlı. O bakımdan çok şanslı hissediyorum kendimi. Şimdi dönüp baktığımızda zaten tam da her şey olması gerektiği gibiymiş, o aile bu aileymiş. Yani başka bir evrende yeniden bu aileyi kuracak olsak yine bu insanlarla kurarmışız gibi hissediyorum. Oyunu herkes çok sahiplendi, herkes kendinden fedakârlık ederek ve bir şeyler katarak uzun süre çalıştı. Yazarın işi bir yere kadar, tamam yazar bir temeli koyuyor ama o temeli ayaklandıracak insanlar ekibin kalanı. Oyuncular, reji, bütün o ekip gerçekten seninle aynı dilden konuşmuyorsa yine çok güzel bir iş çıkabilir ortaya ama kafandakinden başka bir iş çıkar. Ben o kadar geniş alanlar tanıyabilen bir yazar değilim çünkü benim kendime göre belirleyici olan son derece net, politik, etik, estetik çizgilerim var. Bu yüzden bir ekibin dünyaya benzer hassasiyetlerle yaklaşmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Ben bu konuda şanslı oldum. Özel insanlarla çalıştım ve ortaya birlikte hepimizin içine sinen oyunlar çıkarabildik.

“Benim tek malzemem yazma coşkum, yazma coşkum da yaşama arzumdan geliyor”

İlk yazdıklarından bugüne geldiğinde bu kadar çok okunan ve sevilen bir yazar olmanın hayalini kurmuş muydun?

Kurmamıştım. Yazar olma hayali de kurmamıştım aslında. Sadece içimdeki büyük yazma coşkusunun peşinden gittim ve yazdım hep. Sonunu düşünmeden. İlk romanımı yazdığımda niye yazıyorsam, şimdi yine öyle yazıyorum. O romanı kimse okumasaydı da yine yazardım. Ki bu arada ilk romanlarım ilk yıllarda çok az okundu, okunmaya başlamam benim zaman aldı. Benim yazma sebebim çok kendimle ilgili, dünyayla derdi olmaktan kaynaklandığı için ben aynı coşkuyla ve çok sevdiğim için yazmayı sürdürdüm. Benim tek malzemem yazma coşkum, yazma coşkum da yaşama arzumdan geliyor. Hayatı anlayamadığım için bir anlamlandırma çabası olarak hep yazdım; dolayısıyla o süreçte hiçbir şey değişmedi, değişiklik benim dışımda oldu. Evet şimdi kitaplar hiç ummadığım kadar okunuyor, başka dillere çevriliyor, bunları elbette sevinçle izliyorum. Ama işte yalnızca izliyorum. Uzaktan bir seyirci gibi. İçeride değişen hiçbir şey yok. Onun için bütün bunlar beni çok etkilemiyor yani o dünya benim dışımda dönmeye devam ediyor. Ben içeride hâlâ ilk romanını yazan insanım, hâlâ bir şeyi anlamaya çalışan insanım. İçinde yazmak olan dünyam şimdi başka formlarda da ortaya çıkıyor. Romandan sonra dizi, tiyatro olarak da o yazdığım ve anlamaya çalıştığım şeyleri farklı formlarda da görmeye başladım, sadece değişen bir tek o. Benim için yazmaktan daha güzel bir ödül yok. En sevdiğim şeyi yaparak takdir toplamak da bu pastanın üstündeki çilek oldu. Hayat beni sevdiğim şeyi yaparak var olabilme lüksüyle ödüllendirdi diye düşünüyorum.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi