Esin Sungur
Paris örneği üzerinden çevre ve konfor çelişkisi
Gerek ülkemizde gerekse dünyada gündemin hiç de yaz rehavetine kapılmadığı, doludizgin – olumsuz manada – bir tatil dönemi geçiriyoruz. Bir yandan poyrazın bütün tatlılığına rağmen İstanbul’un sıcağı ve nemiyle baş etmeye çalışırken bir yandan bir yaz klasiği halini alan orman yangınları, sel felaketleri devam ediyor. Bu yazın tek harika yanı benim için müthiş bir spor şenliği sunması; Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan Wimbledon’a, devamında heyecanla beklediğim olimpiyat oyunlarına, gerçekten her branşta kaliteli spora doyduğumuz bir yaz geçiyor. Fakat spor organizasyonlarında bile iç karartan, distopik geleceğimizin artık geldiğini ve kapıyı çalmakta olduğunu gösteren konular gündemin ön sıralarında…
Geçtiğimiz yıl Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo, 2024 oyunlarının dünyanın gelmiş geçmiş en çevreci olimpiyatları olmasını umduğunu söylemişti ve Paris Olimpiyat Köyü, klimasız olarak tasarlanmıştı. Bunun yerine, yer altından soğuk su pompalayarak iç mekanları dışarıdan 6 derece daha serin tutan bir jeotermal soğutma sistemi planlanmıştı.
Fikir gerçekten çok güzel! Bu yıl Paris’in Temmuz sonunda 35 dereceleri göreceği konuşuluyor. O halde 28-29 derece civarı bir iç mekandan bahsediyoruz ki bu aslında yaz günü için oldukça normal bir seviye. Ne yazık ki Paris’e gelecek misafir ülke takımları bu sistemi yetersiz bulup kazan kaldırınca, daha şimdiden olimpiyat köyü için 2.500 taşınabilir klima ünitesi siparişi verilmiş bile! Paris Belediyesi yine de takımlara “parasını kendiniz ödersiniz” diyerek klima kullanımını teşvik etmemek için elinden geleni yapmış sayılabilir ama belli ki çok yararı olmamış…
Bir yandan da düşünüyorum; dünya şampiyonu filan olmayacağımız halde evde otururken ve dışarısı sadece 28 dereceyken klimayı 18 dereceye ayarlayan ve gezegenimizin, neslimizin yarınlarını düşünerek küçücük dünyalarımızdaki en küçük bir konfordan bile vazgeçmeyen biz taraftarların yıllardır bu an için gece gündüz demeden emek veren, mükemmel kondisyonda olmaya çalışan, belki dünya spor tarihine geçecek rekorlara imza atacak atletlere ne demeye hakkı olabilir ki…
Kaldı ki, olimpiyat köyünü klimasız yapsanız neye fayda edecek; bakalım olimpiyatları izlemeye giden turistler Paris’te nasıl bir tahribat yaratacak?
Son dönemde sürdürülebilir turizm mümkün mü diye daha yüksek sesle konuşmaya başladık. Yine karmaşık bir konu, evet veya hayır gibi basit bir cevabı yok ve anahtar sözcük her şeyde olduğu gibi “denge” olsa gerek. Yoksa Venedik neden 25 kişinin üzerindeki yürüyüş gruplarını yasaklasın, limanını cruise gemilerine kapatsın; “Aman daha çok gelsinler de daha çok kazanalım” demesin? Demiyor, çünkü uzun vadede böyle devam ederse kazançlı çıkmayacağını görüyor. Demiyor, çünkü 250 bin yerli nüfusu olan Venedik’e 13 milyon turist gidiyor, 2019 rakamlarına göre. Demiyor, çünkü UNESCO, bu tedbirler alınmazsa, Venedik’i “Tehlike Altındaki Dünya Mirasları” listesine alacağını bildirdi. İtalyan yetkililer de haliyle tedbirleri hızlandırdı.
“Zehri miktar belirler” diye bir söz vardır; insanlar her alanda bu söze kulak verse ne kadar çok sorun ortadan kalkardı… Turistik yerler neden turistik? Çünkü doğasıyla, kültürel ve tarihi bazı özellikleriyle bizi kendine çeken özgün bir yönü var. O özgünlüğü aşırı turizm ile bozarsak artık oraya kim, neden gitmek istesin? Tıpkı bizim eşsiz Ege sahillerimiz gibi. Hepimiz özellikle Türkiye kıyısına yakın olan Yunan adalarını daha sevimli buluyoruz çünkü özgünlüklerini koruyorlar. Belki yasayla, belki yaşam tarzları gereği, belki değerleri sayesinde… Ama bizden farklı olarak korumayı başarıyorlar.
Olimpiyat köyündeki klima haberinden nerelere geldik… Tam da onu okurken radyodan Erdek’te kepçeyle temizlenen deniz çayırları kulağıma geliyor… Önceki yaz, tatilde tam o sahilde, Narlı’da denize girerken “Ayyy burada yosunlar var, ben giremem! Bodrum’a gitseydik keşke, bak orası tertemizdi” diyen arkadaşım aklıma geliyor. Alın size bir baloncuk küçük dünya daha… Arkadaşım o deniz çayırları dünyada en çok karbon tutan, bir nebze de olsa bu iklim cehenneminde bize destek olan canlılar, haberin var mı? Ayrıca üstünden yüzüp geçiyorsun, hepi topu bir deniz bitkisi işte, ısıracak hali yok ya seni.
Yarın da “Bizi sokuyor bunlar, işte size arısız dünyanın kapılarını açıyoruz” diye arıları yok eden bir ilaç çıkarıp pazarlayabilir birileri bu gidişle. Hatta bu işi ilk olarak bizden bir aklı evvel de yapabilir, değil mi ki iklimdeki yıkıcı gidişatı ilk olarak detaylı öğrendiğim kitap olan ve ta 2007’de çıkmış “Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi”nin anlatıcısı Ömer Madra’nın Açık Radyo’sunu bile kapatmanın peşindeyiz…
Sürdürülebilir turist olmak için...
Elimizden yine de bir şeyler gelebiliyor, bunlara dikkat edebilirsiniz.
- Yakın mesafeler için uçak yerine tren, olmuyorsa toplu veya paylaşımlı taşıma tercih edilebilir.
- Uzak ülkelere uçakla giderseniz ülke içinde tren ve toplu taşıma seçebilirsiniz.
- Sık sık kısa uçak yolculukları yerine gittiğiniz yerde daha uzun kalıp yerel kültürü daha yakından tanımaya çalışabilirsiniz.
- Yürüyerek, sağlığınız elveriyorsa bisikletle gezmeyi tercih edebilirsiniz.
- Yerel pazarlardan, yerel halktan alışveriş yapabilirsiniz.
- Yerel yemekler yiyebilir, yerel halkın yaşama biçimine uyum sağlayarak kültürü tanıyabilirsiniz.
TELEZZÜZ’Ü BİR DE BENDEN DİNLEYİN
Geçtiğimiz hafta uzun uzun Hollanda’nın bitki bazlı beslenmeyi destekleyen hükümet programından bahsetmiştik bu sayfalarda. Hemen arkasından çok da merak ettiğim Telezzüz adlı lokantaya gitme fırsatı oldu. O yazının ardından biraz da konunun devamı gibi olduğu için bahsetmeden geçmek istemedim.
Telezzüz, Nakkaştepe’de Abdülmecit Efendi Köşkü’nün de içinde bulunduğu koruda, Koç Topluluğu Spor Klübü içinde yer alan vejetaryen bir lokanta. Biz bir öğle yemeğine gittik ve uzun aylardır İstanbul’da en keyif aldığımız öğlen ve öğleden sonrayı geçirdik. Bir defa yemyeşil çam ağaçlarının arasında tek katlı bir yapıdasınız, küçük denebilecek bir salon, Fransız kapılardan çıkabildiğiniz tatlı bir bahçe. Salonun bir ucunda kapsamlı bir bar; kokteyllerini çok beğendik, o kadar ki yemekte şaraba geçmeyip kokteyl ile devam ettik, barmene tebrikler. Tek tuhaflık koruya girerken kimlik sormaları, ilk defa bir restorana giderken kimlik bilgisi verdik ama kulüp özel mülk olduğu için uygulama böyleymiş.
Kısa bir menüsü var Telezzüz’ün, keten beyaz örtülü masanıza geçtikten sonra menüyü detaylı olarak anlatıyor servis ekibi. Hafif, sade ve gerçekten lezzete odaklanacağınız bir yemeği sevdiğiniz birkaç kişiyle paylaşmak için kesinlikle gidilecek bir yeni Anadolu yakası lokantası. Özellikle her yerin kafelerle dolmuş olmasından benim gibi şikayetçi olan bir Anadolu yakalı iseniz, yetişkin yemekleri için son derece uygun olan Telezzüz’ü seveceksiniz.
Yemeklerde başlangıçlar ana yemeklerden daha etkileyici idi. Özellikle deniz yosunu ile pişmiş kestane mantarı, ajo blanco sos, kişniş sorbe ile sunulan mantar ceviche gerçekten tekrar tekrar gidip yemek isteyeceğim bir tabaktı.
Sotelenmiş ısırgan, kale ve pazı, kuru erik sos, yer fıstığı sostan oluşan bahar bohçası da erik sosun tatlılığı biraz önde olsa da etkileyici idi.
Üçüncü olarak da başlangıçlardan trüflü patates sarmayı denedik; karamelize soğan dolgusu, rendelenmiş taze trüf, frenk soğanı ve vegan parmesan soslu patates sarma, formu ve tekniği ile çok hoşuma gitti. Doyurucu ve besleyici bir tabaktı.
Ana yemeklerde kuru fasulye ve glaze enginarlı keşkek – tabii içinde et yok keşkek desek de - seçtik ama sonradan biraz daha yazlık tabaklar uygun olabilirdi diye düşündük. İkisinin de porsiyonları son derece büyük ve doyurucu ama hem yaz sıcağında ağır geldi hem de özellikle enginar gibi hafif bir sebze keşkekle uyum sağlamamış diye düşündük. Kuru fasulye yahnisi ise şahaneydi, yanında bir kadeh de çok lezzetli turşu suyu sunuldu. Ekim Kasım gibi sonbahar aylarında tekrar yerim doğrusu.
Neticede Telezzüz’e tekrar gider miyim? Kesinlikle giderim. Hatta birkaç kokteyl daha denemek, sadece başlangıçlardan daha fazla tabak denemek ve tatlı-kahve keyfi yapmak çok da güzel olabilir.
Maliyetinin daha düşük olması gereken etsiz bir menü için fiyatları yüksek sayılabilir fakat toplamdaki deneyime bakarak değerlendirdiğimde Bağdat Caddesi’nde bir bistroda yemek yediğimizde ödediğimizden farklı değil rakam.
Bitki odaklı mutfağı öne çıkaran ve bu yönüyle günümüzün gerçeklerine de gözlerini kapamayan bu lokantanın uzun ömürlü olmasını diliyor ve sonbahar menüsünü merakla bekliyorum.