Oğuz Pancar
Hint-Avrupa Dilleri - 1
O güne dek “Işığın Doğu’dan yükseldiğini” kabullenmek zorunda kalmış olan Avrupalılar, kendilerini tarihteki en eski fatihler olarak hayal etmeye başlamıştır çoktan
Geçen yazılarda Homo Sapiens’in konuşma yetisi konusundaki kuramlardan söz etmiştik. Şimdi aradaki on binlerce yılı atlayıp 1786‘ya, dilbilim alanındaki en önemli keşiflerden birinin gerçekleştiği yıla bakalım. Olayımızın kahramanı William Jones, o dönem Britanya sömürgesi Hindistan’ın Bengal bölgesinde bulunan Kalküta’daki Yüce Divan’da görev yapan kıdemsiz yargıçlardan biri. Bu göreve 1783’te atanan Jones aslında bir dilbilimci ve oryantalist (Doğu Bilimci). 1771’de yazdığı “Pers Dili Grameri” bu alanda yazılmış en yetkin kitap sayılıyor. Ana dili ve Farsça dışında, Galce, Fransızca, Portekizce, İtalyanca, İspanyolca, Latince ve Yunanca bilen Jones, Kalküta’ya atandıktan sonra işi dışındaki tüm zamanını yerel dilleri öğrenmeye harcamaktadır. İlk öğrendiği dilse Klasik Sanskritçe’dir.
[Hint kutsal metinleri Rig-Veda’ların dili olan Sanskritçe’nin ortaya çıkışının M.Ö. 1500’lerden daha eskiye uzandığı kabul edilir. Sonraki yüzyıllar boyunca sayısız yerel dilin konuşulduğu Hint Yarımadası’nın Lingua Francası(1) olan Sanskritçe, Milat’tan sonra neredeyse ortadan kalktıysa da, Hindistan’da halen yaygın olarak konuşulan pek çok dilin kökenidir. Sanskritçe hem çekime (İngilizcedeki “see-saw-seen” gibi) hem de eklemeye (Türkçedeki “gidiyorum-gittim-gitmiştim” gibi) olanak veren bir dildir; çoğullandırma (Türkçedeki “-lar”, “-ler” gibi), cinsiyet (İngilizcedeki “he”, “she”, “it” gibi), ismin halleri (yalın, i-hali, de-hali gibi), ön-ek ve son-ek benzeri pek çok dil yapısını içermekle kalmaz, sözcüklerin birleştirilerek apayrı anlamların türetilmesi gibi zengin dilsel olanaklara da sahiptir.]
Eski Farsça, Yunanca ve Latinceye hakim olan William Jones Sanskritçe çalışmaları sırasında ilginç bir olguyla karşılaşır; bu dildeki pek çok sözcük biraz değişmiş biçimlerde diğer üç dilde de görülmektedir. Örneğin Sanskritçe dáśa Eski Yunancada déka, Latincede decem, Galcede deg and Eski Farsçada dah sözcüğüyle karşılanmakta ve hepsi de “on” (10) anlamına gelmektedir; ya da “erkek kardeş” anlamına gelen bhrAtR(2) Farşçada baradar(3) olurken İngilizcede brother, Almancada bruder’a dönüşür. Çalışmaları derinleştikçe Jones’ın aynı benzerliklerin başka dillerde de tekrarlandığını fark etmesi uzun sürmez. Örneğin Sanskritçede “anne” anlamına gelen mātā/méhtēr Farsçada mādar, Yunancada mḗtēr, Latincede mater, İngilizcede mother, Eski Fransızcada medre/mere, Almancada mutter, İspanyolcada madre, Hırvatçada majka, Flemenkçede moeder, Portekizcede mãe, Dancada mor, Rusçada mat, Ermenicede mayr halini almaktadır. Açıktır ki tüm bu diller arasında kökü çok uzak geçmişte kalmış bir akrabalık bulunmaktadır. Komşu bölgeler arasında ya da birbiriyle savaşan, ticaret yapan kavimler arasında sözcük alışverişi görülmedik şey değildir elbette ancak Hindistan’dan başlayarak Orta ve Batı Asya’nın büyük bölümündeki ve Avrupa’nın neredeyse tamamındaki diller arasındaki bu benzerlikler yalnızca kavimler arasındaki geçmiş temaslarla açıklanamayacak kadar büyüktür.
[Farklı diller arasındaki akrabalıkları incelerken en iyi yöntem, işe her dilde bulunan sözcüklerle başlamaktır; bunlar içinde en uygunları, el, ayak, kafa gibi beden bölümleri, anne, baba, kardeş gibi yakınlar ve ayakkabı, ekmek gibi her kültürde bulunan nesnelerle 1’den 10’a kadar rakamlara verilen adlardır. Örneğin 3 rakamına baktığımızda, trayas (Sanskritçe), tres (Latince), treis (Yunanca), tres (İspanyolca), tre (Danca, İtalyanca ve İsveççe), trois (Fransızca), drei (Almanca), drie (Flemenkçe), tri (Rusça, Bulgarca, Sırpça), three (İngilizce), trei (Romence) gibi aynı kökten olduğu apaçık belli sözcükler görüyoruz.]
Jones’tan sonra bu ata dilin en güney-doğu ve en kuzey-doğu sınırlarını vurgulamak amacıyla Hint-Cermen adı verilen dil ailesi, içine sonradan Kelt dilleri ve Toharca’nın da eklenmesiyle Hint-Avrupa dilleri olarak anılmaya başlanır.
[Ural dil ailesi içinde sınıflandırılan Fince, Estonca, Laponca ve Macarca, Hint-Avrupa dil ailesi dışında kalır. Avrupa’da konuşulan ve Hint-Avrupa ya da Ural aileleri dışında kalan tek dil Baskçadır (Euskara). Günümüzde, bir dönem Güney Kafkasya dil ailesi Kartveli’yle ilişkili olduğu düşünülen Baskça’nın, Hint-Avrupa dillerinin yayılmasından önce Avrupa’da konuşulan Neolitik dillerden biri olduğu kabul edilir ve bu niteliğiyle Avrupa’daki -yaşayan- en eski dil olduğu kabul edilir.]
William Jones’ın, “Yunancadan daha kusursuz, Latinceden daha zengin ve her ikisinden de daha rafine” olarak nitelediği Sanskritçe üzerine, kurucusu da olduğu “Kalküta Asya Dilleri Cemiyeti”nin 1876’daki kongresinde sunduğu bildiri şu tümceyle sona erer: “Hiçbir dilbilimci, Sanskritçe, Latince and Yunancayı, bu üç dilin muhtemelen artık çoktan yok olmuş ortak bir dilden türemiş oldukları inancına varmadan çalışamaz”. Jones haklıdır, ondan sonra bu konuda çalışanların da ortaya çıkardığı örneklere bakarsak, Hindistan’dan başlayarak İran ve Kafkasya üstünden tüm Rusya’ya, oradan da hemen tüm Avrupa’ya kadar konuşulan diller arasında, ortak bir ata dil dışında hiçbir modelle açıklanamayacak sözcük ve gramer benzerlikleri bulunmaktadır.
Peki Güney Hindistan’dan İzlanda’ya kadar uzanan devasa bir coğrafyaya yayılabilmiş bu ata dilin kaynağı kimdir? Bu soru, art arda gelen teknolojik atılımlarla zenginleşmiş, Amerika’nın tamamını, Afrika ve Güney Asya’nın önemli bölümünü sömürgeleştirmiş, Avustralya’yı ise sömürgeleştirmeye henüz başlamış ve tüm bu “başarılarla” başı dönmüş Avrupalılar için bulunmaz bir ideolojik fırsat yaratır; bugüne kadar yaşamış tüm imparatorluklardan çok daha geniş bir alana yayılmış bir coğrafyanın, geçmişte Avrupa’nın ataları tarafından ele geçirilmiş olması olasılığı belirmiştir ufukta. O güne dek “Işığın Doğu’dan yükseldiğini” kabullenmek zorunda kalmış olan Avrupalılar, kendilerini tarihteki en eski fatihler olarak hayal etmeye başlamıştır çoktan. İlk akla gelen Büyük İskender olur doğal olarak; İran’dan Hindistan’a kadar uzanan bölgeyi ele geçirmiş tek Avrupalı odur geçmişte. Yunancanın bir lehçesi olan Makedonca konuşan İskender, İran’dan sonra Hindistan’a kadar uzanan seferinde, yendiği tüm halklara kendi dilini dayatmış olmalıdır buna göre. Ancak Sanskritçe’nin İskender’den en az on beş yüzyıl daha eski olduğu anlaşılınca bu saçma kuram gözden düşer doğal olarak; birileri yeni bir dil öğrendiyse, onlar Sanskritler değil İskender ve yanındaki Makedonlar olmalıdır.
[Bu ata dilin kaynağı olma olasılığının Avrupa’da yarattığı coşku Hristiyanlıkla da yakından bağlantılıdır. Bilimdeki gelişmelere karşın hala Tevrat ve İncil’de yazılanların doğru kabul edildiği bu dönemdeki yaygın inanış ilk dilin İbranice olduğudur. Tevrat’ın Yaratılış bölümünde de geçtiği gibi, insanların Babil’de göğe dek uzanan bir kule yaptırmalarına kızan Tanrı onların dillerini karıştırmış ve birbirlerini anlayamaz duruma getirmiştir. Her ne kadar Hristiyan kaynaklarında bu ilk dilin İbranice olduğu açıkça yazılmış olmasa da, İsa’nın da konuştuğu dil olan İbranice ata dil için en akla uygun adaydır. Ancak Hindistan’a kadar yayılmış ve belli ki çok uzak bir geçmişe uzanan bu ata dilin, Orta Doğulu bir halkın dili olan İbranice yerine bir Avrupa dili olması daha mantıklı değil midir? Neredeyse tüm dünyaya hükmeden Avrupa uygarlığının geçmişte de aynı başarıyı göstermiş olması, onların en başından beri seçilmiş/seçkin bir topluluk olduklarına işaret etmez mi?
Bu bakış açısı Avrupa ırkçılığını çok uzun süre beslemiş damarlardan biridir. Naziler asıl olarak Kuzey Avrupa Cermen kavimlerini anlatan “Aryan ırkı” adını, kendilerini “soylu ve eğitilmiş” anlamına gelen “Aryan” olarak adlandırmış Sanskritlerden alır(4).]
Günümüze kadar süregelen çalışmalar sonucunda, Sanskritçe ve Avrupa dillerinin ortak atasının doğum yeri olarak Karadeniz’in kuzeyindeki Hazar düzlükleri en güçlü aday olarak öne çıkmış durumda. Dilbilim dışında arkeolojik ve arkeogenetik araçlarla da desteklenen araştırmalar, bu ata dilini ilk konuşanların, uçsuz bucaksız düzlüklerde yarı göçebe bir yaşam süren ve atı ilk kez ehlileştiren Kurgan halkı olduğunu gösteriyor. Bu dilin yayılmasına yol açansa, Kurgan göçebelerinin M.Ö. 4000 ve M.Ö. 1000 yılları arasında birden çok kez gerçekleşen kitlesel göçleri ve/veya yağma/fetih seferleri olarak görünüyor.
[“Kurgan”, bu dili konuşanların adlandırması değil. Doğu Slav dillerinde “tepecik”, “höyük” anlamına gelen sözcük, mezarlarını höyük biçiminde yapan bu topluluğa Sovyetler Birliği arkeologları tarafından verilen ad (5).]
Kurgan halkını da haftaya anlatalım…
- Lingua Franca: bir bölgede farklı diller konuşan topluluklar arasında en yaygın olarak konuşulan ortak dil.
- Büyük harfle gösterilen sesler vurgulu söylenir.
- Türkçeye “birader” olarak geçmiştir, aynı benzerlik “peder” sözcüğü için de geçerlidir.
- İran da adını, Sasani Farsçasında “Aryan(lara ait)” anlamına gelen “ērān” sözcüğünden alır.
- Doğu Slavca’daki “kurgan”ın kökeninin Türkçe “korugan” sözcüğü olduğu sanılmaktadır.