Boray Acar
Halef Hakan Fidan mı?
Böyle bir dönüşüm için, dar alanda ve zamanda hızlı manevralarla baş döndürebilecek ve bu kadar badireyi az sıyrıkla atlatacak bir lidere ihtiyaç vardı. Tayyip Erdoğan’ın kişisel özellikleri ve lider karizması da bu ihtiyacı karşıladı. Sonuçta dünyada güçlü ve otoriter liderler dönemi yaşanıyordu. Tabii Erdoğan, gücünü daha çok iç politikada hissettirdi. Çevre ülkelerde yaşanan sorunlar ve çoğunu kendilerinin uydurduğu tehlikeler iç politika kabadayılıklarına malzeme yapıldı. Dünyaya kafa tutan lider kültü, dünyayı bahane ederek vatandaşına kafa tutan lider profili olarak tezahür etti de diyebiliriz. Aksini iddia edenlerin, “One minute, Rahip Brunson, Sisi, Esed…” gibi sayısız çıkışı öncesi ve sonrasıyla analiz etmesi gerekiyor ki ciddiye alabilelim.
Neticede toplum, yediği darbelere rağmen ayakta kalan güçlü lider profiline alıştırıldı. Dahası bunun bir ihtiyaç olduğu ve bunsuz olunamayacağı benimsetildi. Muhalefetin yetersizliği ve savrulmaları da güçlü lider odaklı toplumsal algının yerleşmesine yardım etti. Erdoğan’ın, “Bu benim son seçimim…” demesiyle de “Erdoğan sonrası Türkiye” konuşulmaya başlandı. Bu konu ekseninde çok dillendirilmese de iki tür yaklaşım söz konusu. Birinci grubun mevcudiyetini Erdoğan’a bağlayanlardan, ikinci grubun ise Erdoğan sonrasında siyasi avantaj yakalamayı tahayyül edenlerden müteşekkil olduğunu söyleyebiliriz. Burada özellikle bir iktidar-muhalefet ayrımına gitmiyoruz. Çünkü her iki tarafta da, her iki görüşten insanlar var.
Varlığını Erdoğan’ın paltosu altında yaşamakla mümkün görenlerin başında sanırım Devlet Bahçeli geliyor ki, şahsı ekseninde düşünüldüğünde bu anlaşılır bir şey. Öncelikle; milliyetçilerin temel hassasiyetleriyle çelişmeyen AKP iktidarı, Bahçeli’ye eşsiz bir konfor alanı sağlıyor. Başbakan Yardımcılığı yaptığı korkunç yönetim deneyimine kıyasla sözü daha çok dinleniyor. Zaman zaman ittifakta çatlak söylentileri çıksa da, karşılıklı menfaatler liderlerin bazı şeylere göz yumması ve birbirlerini tolere etmesiyle geçiştiriliyor. Bürokratik kadrolardaki paylaşımlar da iktidar olmadan iktidarın nimetlerinden faydalanma imkânı sağlıyor ve Bahçeli’yi örgütüne karşı güçlü kılıyor.. Velhasıl; Bahçeli’nin “Ayrılamazsın, Türk milletini yalnız bırakamazsın...” söylemi, milletin Erdoğan’a ihtiyacından ziyade, kendisinin ömrünün son deminde Erdoğan’a olan ihtiyacını açıklıyor. Ancak; Bahçeli’nin babasının malı olmayan partinin seçmen kitlesi tüm bunları nasıl kabulleniyor, işte orası akıl alır gibi değil. Zira; MHP hâli hazırda ülkeyi bizzat yönetmeye namzet bir siyasi yapı olmaktan çıkıp tamamen bir koltuk değneği işlevine bürünüyor. Artık orasını da romantik milliyetçi seçmeni düşünsün(!)
Muhalefet tarafında Bahçeli misali, yaratılan konfor alanında yerini tahkim etmiş, öyle ülke yönetmeye falan girişmeyecek kadar miskinleşmiş birileri zaten yaşıyor, biliyoruz. Sadece; Bahçeli kadar cesur değiller veya -utanmazlıkları malum da- bulundukları yer itibariyle bunu dile getirebilecek kadar arsız değiller. Muhafazakâr cenahta ise; Erdoğan sonrası dönemde parlamaya hevesli birtakım unsurlar olduğu gün gibi ortada. AKP’den dışlanarak yeni oluşumlara gidenler yanında, parti içinde pulları dökülmüş eski starlar da heyecanlı bir bekleyişteler..
Ben; istihbarat geçmişiyle Putin’e öykünen, az konuşan, velhasıl az hata yapan, alanı dışına çıkmayan, her hâliyle devlet ciddiyetini yansıtan, Tanıl Bora’dan ve Demirel’den esinle “Devlet Fikrinin Adamı” kalıbına oturan ve güçlü lider imajına da uyan Hakan Fidan’a odaklanılması gerektiğini düşünüyorum. Methiye gibi oldu ya, yanlış anlaşılmasın; “güvenlik” şemsiyesini, duygularından arınmış görünen Fidan’ın taşıdığı bir ülke özgürlükler açısından bugünleri mumla aratabilir…