Mutlu Hesapçı
Aşklar ve acılar yarıştırılır mı?
Ne zaman birine bir şeyini anlatmaya çalışsan ya da onun anlattığını dinlemeye başlasan mevzu dönüp dolaşıp “Benimki daha…” diye başlayan cümlelere dönüşüyor. Benimki daha doğru, benimki daha aşk, benimki daha travmatik, benimki daha başarılı, benimki daha önemli, benimki daha gerçek, benimki daha acı…
Sanki bir yarış halindeyiz ve her şeyimizi yarıştırma telaşındayız.
Bu nedenledir ki kimse birbirini dinlemiyor, anlamıyor ve onun yerine kendini koyma zahmetinde bulunmuyor. Çağımızın hastalığı bu olabilir diye düşünüyorum belki de bu nedenledir ki psikolog ve psikiyatriste gitmeyi artık tercih ediyoruz. Çünkü sizi dinleyen biri var ve size dair konuşuyor; bu duyguya o kadar çok ihtiyacımız var ki!
Oysa gündelik ülke gündemini konuşunca bile “Benim düşüncemi kabul edeceksin!” dayatması var. Sonrasında mevzu dönüp dolaşıp aşka geliyor, ardından da acılarımıza…
Herkesin aşkı kendine, aşk denilen duyguyu bir başkasının anlamasını da elbette beklemiyorsun ama kendi yaşadığı aşkla seninkini yarıştırmaya gelince işin rengi değişiyor.
Aşk sorgulanacak bir şey değil
Aşkın bir ölçütü, zamanı, netliği, kanıtı yok ve sorgulanacak bir şey değil. Aşıksındır, o kadar; ister 5 yıl sürsün ister Sezen Aksu’nun dediği gibi dört kısa günden sana kalan olsun.
Ben yarış atı değilim!
Ben bu yarışta yokum, yarışmaktan yoruldum zaten yarışmadım da üstelik bu durumda olduğumu hissettiğim her alandan sessiz sedasız çekildim. Elbette o beylik cümle var ya; “Ben kendimle yarış halindeyim…” Ama değilim, çünkü ben yarış atı değilim. Düzen diyor ki; “Her şeyinizi yarıştırın, kim daha iyi ona göre karar vereceğim…”
Off!! Acılarımızı bile paylaşmak yerine yarıştırır hale geldik, içler acısı!
Efsanelere dönüşen, yüzyıllardır anlatılagelen, yazarlara ilham veren, filmleri çekilen aşklar, aşk acıları bile ders olmuyor nedense… Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Napolyon ve Josephin, Kleopatra ve Mark Antony, Paris ile Helen, Romeo ve Juliet… Ve daha niceleri…
‘Eşkıya’ ve ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ yıllar sonra sinemalarda…
Eskiye dair duygularımızı özlediğimiz tam da bu dönemde adeta ilaç gibi hatırlatma iki film yıllar sonra sinemalarda… Biz o iki filmi hiç unutmadık! ‘Eşkıya’ ve ‘Her şey Çok Güzel Olacak’...
Her şeyin bu kadar bozulmadığı zamanlara ait, gerçek duyguların peşinden giden filmlerdi ve herkes çok sahiciydi! Sanal aşklar, günümüzde en büyük rakibimiz haline gelen yapay zekâlar yoktu…
‘Eşkıya’da unutulmaz bir aşk vardı yıllara meydan okuyan ve öyle bir aşkı şimdi hissedebilmek çok zor!
Eşkıya, cezaevinden yıllar sonra çıktığında aradığı Keje’yi bulduğunda “Yaşadım, seni bir kez daha görebilmek için yaşadım” diyordu, hayatının aşkına…
Her Şey Çok Güzel Olacak! Düşünsenize! İsminde bile umut var ve kime iyi gelmez ki!
Belki de hayat ‘Her Şey Çok Güzel Olacak’ filmindeki kadar basit bir mutlulukta;
“Barı açıyorum, Ayla ile aramı düzeltiyorum, babamı da yanıma alıyorum…”
“Bilemiyorum Altan, bilemiyorum…” diyerek yine bir cümleyle hayatı özetleyebilirim:
“En azından hayattayız be abi, bu da bi şey…”