Resimde Büyülü Gerçekçilik-II

“Yalnızlık”, gecenin bir saati bomboş bir tren istasyonundaki platformda kararsız bir şekilde dikilen, izleyiciye -ve dış dünyaya- sırtını dönmüş genç bir kadını gösterir bize. İstasyonun terk edilmiş gibi görünmesi dışında resimde bir gariplik görmeyiz. Yalnızca bir yalıtılmışlık, yalnızlık ve sıkıntı duygusu, resimden izleyiciye doğru akan.

İtalyan ressam Giorgio de Chirico (1888-1978) daha çok Gerçeküstücülüğün habercisi olarak tanınsa da, Büyülü Gerçekçiliğin de öncüsü aynı zamanda. Ressamın 1914’te yaptığı “Bir Sokağın Melankoli ve Gizemi” eseri, sonradan Büyülü Gerçekçiliğin ayırt edici özelliği olacak bütün unsurları içerir neredeyse; iki farklı bakış açısı, özgün bir ışık ve simetriyle birlikte tedirgin edici, gergin bir uyumsuzluk. Resimde, gün batımı zamanı gölgeler uzamışken iki alçak ve uzun binanın arasındaki bomboş sokakta çember çeviren bir kız çocuğu, hemen yanında da kapısı açık ahşap bir karavan görürüz. Sokak bir meydana çıkıyor olmalı, meydandaki heykelin yere vuran gölgesi görülüyor binanın ardından.

[De Chirico’nun 1910’da kardeşi Alberto Savinio ve Carlo Carrà'yla birlikte temelini attığı kısa ömürlü “Metafizik Sanat” akımının belirgin özellikleri, sonra ortaya çıkacak Büyülü Gerçekçilikle neredeyse özdeştir.]

Carel Willink

Sanki huzursuz bir düşten alınma bir sahneymiş gibi görünen boş sokaklar Büyülü Gerçekçiliğin alamet-i farikasıdır desek yanlış olmaz. Türün bence en büyük sanatçılarından Hollandalı Carel Willink’in (1900–1983) eserlerinde de sıklıkla karşımıza çıkar bu sokaklar. Örneğin sanatçının 1934’te yaptığı “Heykelli Cadde” resmine bir göz atalım. Yine bir şafak ya da gün batımı vakti, uzamış gölgeler, farklı iki bakış açısı ve simetrisiyle çizilmiş binalar, patlamak için zamanını bekleyen bir fırtınanın habercisi kurşuni bulutlar, sokakların kavuştuğu meydanda bulunan ve Jacques-Louis David'in 1801’de yaptığı ünlü tablodaki “şaha kalkmış at üstündeki Napoelon”(1) figürünün birebir heykel-kopyası ve birbirlerine doğru yürüyen iki adam. Soldaki binadan sokağa doğru açılan kapı da, bu sakin görünse de gergin ve tedirgin edici görseli tamamlıyor.

René Magritte

Biliyorsunuz, bir düşten alınmış gibi görülen sahneler yalnızca Büyülü Gerçekçiliğin değil, Gerçeküstücülüğün de ayırt edici özelliklerinden; bu noktada iki akım arasındaki sınır da bulanıklaşıyor. Bu yüzden, Gerçeküstücü olarak tanımlanan kimi ressamların asıl ikametgâhı aslında sınırın Büyülü Gerçekçilik tarafında olmalı diye düşünüyorum. Bunlardan ilki kuşkusuz Belçikalı René Magritte (1898-1967).

Magritte’in kuş-adamlar, uçan devasa kaya blokları, dev elmalar gibi gerçeküstücü ögelere yer verdiği pek çok eseri yanında, sıradan nesneleri kullanarak sıradan durumları betimlediği resimleri de eksik değil. Örnek olarak ressamın 1935’te yaptığı “İnsanlık Durumu”na bakalım. Resimde, duvara açılmış kemerli bir girişin önünde yer alan bir şövaledeki tuvali ve tuvaldeki resmi görüyoruz; kumsal ve ardındaki deniz tuvale o şekilde aktarılmış ki, kumsal-deniz ve ufuk çizgileri hiç bozulmadan tuvalde de devam ediyor.

Magritte’in burada vermek istediği ileti açık, kapının dışındaki -dış- dünyanın gerçekliği ve onun algılanışındaki -iç- gerçeklik arasındaki ilişki sorgulanıyor bu resimde (Magritte resimlerinde pencere ya da kapı genellikle dış dünyaya açılan bir gözdür). Önceki yazıdan hatırlarsınız, Büyülü Gerçekçiliğin temel çıkış noktası gerçekliğe yeni bir gözle bakmak ve sorgulamaktır, ki bu da Magritte’i Gerçeküstücülük kadar Büyülü Gerçekçiliğe de ait bir sanatçı haline getiriyor (“Bu Bir Pipo Değildir”i anımsayın).

Paul Delvaux

Gerçeküstücülükle Büyülü Gerçekçilik arasındaki sınırı pasaportsuz geçip duran sanatçılardan bir diğeri de Paul Delvaux. Gerçeküstücülük akımının en önemli temsilcilerinden sayılan Delvaux da Magritte gibi De Chirico’dan etkilenenlerden (Delvaux’nun bugün tanıdığımız biçemini, 1926’da ziyaret ettiği bir sergideki De Chirico eserlerini görüp çarpıldıktan sonra benimsediğini biliyoruz).

Sayfada Delvaux’nun iki resmini göreceksiniz; bunlardan 1956 tarihini taşıyan “Yalnızlık”, gecenin bir saati bomboş bir tren istasyonundaki platformda kararsız bir şekilde dikilen, izleyiciye -ve dış dünyaya- sırtını dönmüş genç bir kadını gösterir bize. İstasyonun terk edilmiş gibi görünmesi dışında resimde bir gariplik görmeyiz. Yalnızca bir yalıtılmışlık, yalnızlık ve sıkıntı duygusu, resimden izleyiciye doğru akan. Bu eser sınırın bütünüyle Büyülü Gerçekçilik bölgesinde…

Delvaux’nun ikinci eserine, 1955 yılında yaptığı “Sokak Fenerli Manzara” resmine gelince, yine arkası dönük, -matemdeymiş gibi- siyahlar giymiş bir kadını bu kez, pek çok giriş kapısı olan alçak duvarlarla çevrili bahçelerin arasında uzanan bir yolda dikilirken görüyoruz. Yine gece saatleri; sokak boyunca fenerler var ama anlaşılan ortalığı aydınlatan onlar değil soldan gelen ay ışığı, resimdeki herşeyin gölgesi sağa doğru düşüyor çünkü(4).

Bu kadarıyla tipik bir Büyülü Gerçekçilik eseri olabilecek resim, bahçeler ve sokak bitip de toprak arazi başlayınca başka bir şekle dönüşüyor. Biraz ileride bir cesedi sedyeyle taşıyan, beyaz elbiseli iki kadın fark ediyoruz. Daha ileride, küçük, boş bir amfitiyatro ve çevresinde dolanan çıplak insanlar göze çarpıyor. Arkadaki alçak tepelerde de ne olduğu anlaşılmayan, tak benzeri bazı yapılar fark ediliyor. Arkası dönük olarak dikilen kadının yaşayanları simgelediği bu resim, ölüler diyarının bir betimlemesi. Sedyede cesedi taşınan, yaşamdan ölüme henüz geçen biri, uzakta çıplak dolaşanlarsa çoktan ölmüş olanlar. Telgraf direğindeki kopuk teller iki diyar arasında iletişimin olanaksız olduğunu anlatıyor. Bunları göz önüne alınca resim bu kez sınırın Gerçeküstücülük tarafına geçiyor.

Avrupa sanatında, Büyülü Gerçekçilik içinde değerlendirilen pek çok başka ressam da var; örneğin Balthus’un ilk dönem eserleri de bu akım etkisinde sayılır(5). İngiltere’de Stanley Spencer, İtalya’da Antonio Donghi, Felice Casorati ve Achille Funi, Fransa’da Pierre Roy ve Moise Kisling Büyülü Gerçekçilik akımında -veya onunla Gerçeküstücülük arasındaki gri bölgede- eserler üretmiş ressamlar. Sayfada iki Hollandalı ressamdan, biçemi daha çok Alman Yeni Nesnelliğine yakın Pyke Koch’tan ve benzersiz -ama ne yazık ki biraz unutulmuş- Dik Ket’ten birer örnek göreceksiniz.

Haftaya 1940’lar ve Büyülü Gerçekçiliğin Amerika anakarasındaki serüveniyle devam edelim…

  • Jacques-Louis David, Napoleon Alpleri Geçerken, 1801.
  • Her iki figürün de Delvaux için otobiyografik bir öyküsü vardır, meraklılar araştırmak isteyebilir.
  • Delvaux resimlerini sıklıkla tren istasyonlarında uzun saatler boyunca çalışarak üretmiş bir sanatçıdır, o kadar ki Belçika Demiryolu Çalışanları Birliği tarafından “Fahri İstasyon Şefi” unvanıyla şereflendirilmiştir.
  • Anlamı nedir bilmiyorum ama soldaki bahçede yükselen iki uzun kavak ağacının gölgeleri yere düşmüyor.
  • Özellikle “Sokak” (1933) ve “Dağ” (1937).

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi