Oğuz Pancar
ÖYKÜLÜ ŞARKILAR, ŞARKILI ÖYKÜLER
Horses / Patti Smith, Robert Mapplethorpe
O gün Robert Mapplethorne, Patti Smith’in 12 farklı pozunu çekecek ve bunlardan biri popüler müzik tarihinin en önemli albümlerinden birinin kapağını süsleyecek : “Horses”.
New York. 1975 Eylül’ü, öğleden sonra. Greenwich Village’deki yüksek binalardan birinin 27. katındaki stüdyo dairelerden biri. Dairenin neredeyse her duvarında tablolar asılı, hatta asılı olanlardan çok daha fazlası duvarlara dayalı olarak yere konmuş. Tabloların çoğu fotoğraf ancak aralarında tek tük resim de var. Salondaki estetik ama rahatsız görüşünüşlü koltuklarda oturan bohem görünüşlü iki genç adam içeride üstünü değiştiren genç kadını bekliyorlar. Birisi elindeki fotoğraf makinasını kurcalıyor. Sabahtan bu yana aralıksız çiseleyen yağmur duralı ve kentin üzerini kaplayan bulutlar güneşe yol vermeye başlayalı bir süre oldu, caddeye bakan büyük pencereden süzen ışık salondaki geniş beyaz duvarı epeyce aydınlatıyor artık ama fotoğraf makinasını tutan gencin beklediği ışık bu değil, yağmur sonrası çıkan çiğ ışığı bekliyor o, yapay ışık istemiyor bu çekimde.
Birkaç dakika sonra Patti süzülüyor içerideki odadan. Kadının üzerinde ona bol gelen ve “RV” rumuzu işli beyaz bir erkek gömleği(1), omuzuna attığı -ve stilize bir at rozeti iğnelenmiş- siyah bir ceket, kısa paçalı bir siyah pantolon ve siyah Capezio dansçı ayakkabıları var. Yanından ayırmadığı siyah boyun bağını da enseden geçirip uzatmış önüne, sanki pantolon askısı gibi görünüyor dikkatli bakmayınca. Makyajsız, omuzlarına ulaşmayan saçlarını taramamış bile. İki adam da şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyorlar ona. “Nasılım?” diyor, sonra yanıt beklemeden karşısında tripodun çoktan kurulu olduğu beyaz duvarın önüne geçiyor.
O gün Robert Mapplethorne, Patti Smith’in 12 farklı pozunu çekecek ve bunlardan biri popüler müzik tarihinin en önemli albümlerinden birinin kapağını süsleyecek : “Horses”.
Fotoğraf çekiminin yapıldığı daire, bir arkadaşlarına, Sam Wagstaff’a ait. Sam, Robert’ın partneri aynı zamanda. Patti ve Robert’ın öyküsüyse biraz alışılmadık. Birkaç yıl öncesine kadar sevgili olan çiftin yolları sonradan ayrılsa da onlar birbirlerinin ilham perileri ve “ruh yoldaşları”, ölüm onları ayırana dek.
New York New York
Patti Smith 1946 Chicago doğumlu, çocukluk ve ilkgençlik yılları Philadelphia ve New Jersey’in taşralarında geçer; Robert Mapplethorpe ise doğma büyüme New York’lu. İkisi de mütevazi ailelerden geliyorlar. Patti hem şiir hem de müziğe düşkün, Rimbaud takıntı derecesinde sevdiği şair, Bob Dylan en sevdiği şarkıcı. Robert’sa resme çok düşkün, daha çocukken annesi için takı tasarımları yapacak kadar yaratıcı bir hayal gücüne sahip. Robert liseden sonra Brooklyn’deki ünlü sanat akademisi Pratt’e, Patti Philedelphia’daki Öğretmen Okulu’na başlar. Patti 17 yaşındayken aynı yaştaki erkek arkadaşından hamile kalır, bebeği doğurur fakat doğar doğmaz bir aileye evlatlık vermek zorunda kalır; sonrasında bir fabrikada çalışmaya başlar. Onu boğan taşradan kurtulabilecek kadar para biriktirince çantasında Rimbaud kitapları ve Pratt’de okuyan bir arkadaşının adresiyle kendini New York’a attığında yıl 1967’dir. Bir kitapçıda çalışmaya başlar, bir süre sonra Robert’la tanışır. Sürekli çıkmayı için teklif eden yaşlı bir müşteriyi –kırmadan reddetmek için- Robert’ın Patti’nin erkek arkadaşı rolünü yaptığı günün akşamını birlikte geçirirler. Robert resimlerini, Patti şiirlerini gösterir, bütün gece sanat konuşurlar, hayallerini paylaşırlar birbirleriyle. Sabah olduğunda iki sevgilidirler artık.
Birlikte köhne bir apartman dairesine taşınırlar arkadaşlarının maddi yardımlarıyla, işte ya da okulda olmadıkları her an birliktedirler. Patti şiir, resim ve müzik çalışırken Robert da kolaj ve sokaktan topladığı nesnelerle soyut heykeller yapar. Para sıkıntısı çekerler, birşey yemeden yattıkları geceler çoktur ama çok da mutludurlar.
1969 yazında Patti kızkardeşi ile birlikte Paris’e gider. Çocukluk hayalidir, Paris sadece Rimbaud’un değil Camus, Picasso, Bresson, Godard’ın da şehridir çünkü onun için. Paris’teki kısa ikameti boyunca geçinmek için sokak müzisyenliği yapar, diğer tüm zamanı müzelerde geçer. Kaldığı köhne evin bulunduğu 9 Rue Campagne Première Caddesi kimlere ev sahipliği etmemiştir ki geçmişte: Man Ray, Yves Klein, Marcel Duchamp, Louis Aragon ve Elsa Triolet , Nicolas de Staël, Francis Picabia, Rainer Maria Rilke, Tristan Tzara, Éric Satie, Vladimir Mayakovski, ve tabii ki Rimbaud.
Chelsea Oteli
Paris dönüşü Robert’la birlikte Chelsea Oteli’ne taşınırlar. 1884 yılında yapılmış olan bu ünlü otel, uzun yıllardır her türden sanatçıya kucak açan bir sığınak gibidir (Chelsea, pek çok sanatçının sembolik kiralar karşılığı otelde kalıcı olarak ikamet etmesine izin veren bir oteldir, hatta parası olmayan sanatçıların eserleri ile ödeme yapmasını da kabul eder, otelin lobisi ve koridorları sanatçıların bu şekilde toplanmış resim ve heykelleriyle doludur). Kimisi yıllarca, kimisi birkaç ay boyunca otelde yaşayan sanatçılar arasında kimler yoktur ki: Dylan Thomas, Arthur Miller, Leonard Cohen, Janis Joplin, Bob Dylan, Bette Midler, Chet Baker, Bob Marley, Grateful Dead, Nico, Tom Waits, Jim Morrison, Jeff Beck, Édith Piaf, Marianne Faithfull, Jimi Hendrix, Madonna, Mark Twain, O. Henry, Arthur C. Clarke, Sam Shepard, Tennessee Williams, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Stanley Kubrick, Miloš Forman, Dennis Hopper, Jane Fonda, Diego Rivera, Willem de Kooning ve daha nicesi.
Chelsea’yı “yüz odasından her biri ayrı küçük evrenlere açılan, alacakaranlık kuşağındaki bir oyuncak bebek evi gibiydi” diye tarif ediyor Patti Smith. Çok haklı, başka nerede bir oda kapısını açtığınızda Jimi Hendrix’i yemek yerken, başka bir kapıyı açtığınızda Janis Joplin’i grubuyla birlikte prova yaparken, diğer bir kapıyı açtığınızda Jack Kerouac’ı kitabı üzerinde çalışırken, diğer bir odadaysa Andy Warhol’u çekim yaparken görebilirsiniz ki?
Hala birlikte yaşıyor olsalar da onlarınki sevgili olmaktan daha farklı bir ilişkiye dönüşmüştür bu arada. Sürdürdükleri “bohem” yaşantının verdiği cesaretle Robert, çocukluğundan beri bastırdığı duygularını serbest bırakmış, aslında kadınlardan çok erkeklerden hoşlandığını itiraf edebilmiştir kendisine ve Patti’ye. Robert’ın erkek, Patti’ninse hem erkek hem de -zaman zaman- kadın partnerleri, aralarındaki sevgi ve dostluğu asla zayıflatmaz, birbirlerinden hiç vazgeçmezler.
Önce şair sonra müzisyen...
Sonrasında underground tiyatro ile ilgilenmeye başlar Patti. 1971’de o zamanki sevgilisi, oyun yazarı Sam Shepard (aynı zamanda yönetmen, oyuncu ve yazardır) ile birlikte yazdıkları “Cowboy Mouth” oyununu sahneye koyarlar.
Bu arada şiir yazmaya da devam etmektedir, zaten hiç ara vermemiştir ki. 1972’de “Seventh Heaven”, bir yıl sonra “Witt” adıyla iki şiir kitabı yayınlanır. Sık sık yaptığı şiir okuma toplantılarının birinde daha önceden tanıştığı gitarcı –ve bir plakçıda tezgahtar- Lenny Kaye, üç şiirine gitarı ile eşlik eder. Sonuçtan mutlu olur ki şiirlerini müzik eşliğinde okumaya devam eder, önce şiir toplantılarında, sonra underground gece kulüplerinde. Bir yandan da, aralarında Blue Öyster Cult’ın da bulunduğu çeşitli şarkıcı/müzik grupları için şarkı sözü yazar(2).
Grubuyla birlikte yaptıkları gece kulüplerinde yaptıkları müzik, Arista Records’tan birinin dikkatini çeker ve 1975 yılı sonunda “Horses” albümü piyasaya çıkar.
“Horses” albümü çıkar çıkmaz büyük ilgiyle karşılanır, her ne kadar satış rakamları başlarda çok yüksek olmasa da müzik çevrelerinden çok olumlu -ve heyecanlı- eleştiriler alan albüme verilen önem yıllar geçtikçe artar ve New York “Punk” müzik akımının ilk –ve pek çoğunca en önemli- albümü olarak selamlanır olur.
Punk
Bu noktada Punk hakkında bir kaç söz söylemek yerinde olacak herhalde. Önce ABD ve hemen sonrasında daha güçlü olarak Birleşik Krallık’ta bir rock müzik alt akımı olarak başlayan Punk, kısa zamanda protest bir kültüre dönüşür. Sadece müzik değil, görsel sanatlar, edebiyat, giyim kuşam ve yaşam kültürü olarak da genç kitlelerin sisteme karşıtlıklarının ifade biçimi bir ideoloji haline gelen Punk’ı birkaç sözcükle özetlemek gerekirse, sisteme uyumu reddetme, korporatizm karşıtlığı, otorite karşıtlığı, tüketim karşıtlığı ve kendin yap felsefesi’ni telaffuz etmek gerekir.
Benim içinse Punk, özellikle 60’ların ikinci yarısında, dünyayı/sistemi değiştirebileceklerine inanmış, umut dolu genç kitlelerin 70’lerde aynı sistemi karşılarında dimdik ayakta ve üstelik yenilenmiş olarak bulmalarından kaynaklanan derin hayal kırıklığının ürünü, öfke ya da umut değil de hayal kırıklığı üzerinde temellendiği için, romantik. Oysa karşılarındaki sistem, “kendin yap” gibi anakronik tepkilerle ya da yaygınlaşması imkansız “corporate şirketlerin ürünlerini almayalım” gibi kampanyalarla yıkılacak gibi değil, tam tersine senin kültürünü allayıp pullayıp kendi parçası yapacak ve sonra da –tepkini herkese sergileyebilmen için- sana zımbalı deri ceket ve saç spreyi satacak kadar deneyimli ve akıllı.
Punk’ın müzikteki yansımasına gelince, karakterik özellikleri arasında, daha kısa bir şarkı süresi, daha basit melodik altyapı, hızlı sayılabilecek bir tempo, -kendilerinden uzun sololar atması beklenmeyen- tekdüze gitarlar ve davul, daha yüksek sesli (bazen bağıran) bir vokal sayılabilir. Diğer öncü punk grupları arasında, Sex Pistols, The Clash ve Ramones’i de saymak gerekir.
Punk müzikte, müzikal altyapı ve enstrüman icrasındaki –görece- zayıflığı, güçlü şarkı sözleri dengeler. O yüzden Patti Smith’in “Horses” için yaptığı “Sözcüklerin gücüyle birleşmiş üç akorlu rock müzik” nitelemesi çok yerindedir. Patti Smith bir müzisyenden önce bir şairdir çünkü, müziğin onun şarkılarındaki görevi, şiirlerine arka planda eşlik etmek ve onu zenginleştirmektir asıl olarak; bu yüzden Patti Smith’i Bob Dylan ve Leonard Cohen gibi müziklerinin odağı şarkı sözü/şiir olan müzisyenlerle yan yana koyuyorum.
1975’teki “Horses”u “Radio Ethiopia” (1976) , “Easter” (1978) ve “Wave” (1979) albümleri izler. “Easter”da yer alan Bruce Springteen bestesi “Because The Night” şarkısı listelerde üst sıralarda yer bulur kendine (plak şirketiyle aralarındaki dava yüzünden yeni şarkı çıkaramayan Bruce Springteen, bu güzel şarkıyı Patti Smith’e hediye eder).
1980’de MC5/Sonic's Rendezvous Band gitarcısı Fred "Sonic" Smith ile evlenir Patti (soyadını değiştirmek zorunda kalmamak için aynı soyadını taşıyan biriyle evlendiği şeklinde takılır arkadaşları). Detroit yakınlarına taşınırlar, iki çocukları olur. Uzun bir sessizlikten sonra 1988’de bir albüm daha çıkarsa da sonra yine ortadan kaybolur Patti, tüm zamanını çocuklarına ve şiirlerine verir.
Robert Mapplethorpe
Robert Mapplethorpe’a gelince, resimden fotoğrafa geçeli çok olmuştur. Özellikle, çektiği cinsel temalı siyah/beyaz fotoğraflarla New York sanat çevrelerinde tanınan bir sanatçıdır artık. Ne yazık ki 80’lerde New York’taki pek çok gay sanatçının başına gelen kötü kader onu da bulur, 1989’da AIDS yüzünden 43 yaşında yaşamını yitirir.
Robert Mapplethorpe’un çektiği fotoğrafların neredeyse tamamı siyah/beyaz, stüdyoda ve kurgulanarak çekilmiş. Bazı natürmort çiçek serileri istisna, fotoğraflarında siyah ve beyazın -akıl çelici- kontrastı yerine grinin çeşitli tonlarını tercih ediyor. Kadın/erkek modellerle çektiği cinsellik temalı seriler, natürmort çiçekler (özellikle orkide ve gala çiçeği) ve ünlülere ait portreler, çalışmalarının büyük kısmını oluşturuyor.
Robert Mapplethorpe fotoğraflarında şaşırtmayı seviyor, neredeyse her fotoğrafında cinsel rol ya da cinsiyet geçişiyle izleyiciye sağ gösterip soldan vuruyor; dualite, çoğu fotoğrafında vazgeçemediği bir öğe. Örneğin, fotoğrafta siyahi bir erkek varsa yanına bir de beyaz erkek iliştiriveriyor; kadın ve erkek varsa, roller sıklıkla değişmiş oluyor; ünlü gala çiçeği (gelin çiçeği olarak da biliniyor) natürmortlarında bile, dişil kıvrımlı taç yaprakları arasından fallik bir anter (başak, haşefe) çıkıveriyor.
Patti Smith ve Robert Mapplethorpe, gözlerini birbirlerinde açmış, dünyayı sanatla kavramak ve kendilerini sanatla ifade etmek isteyen iki güzel ruh. New York gibi bir cangılda ancak birbirlerine sarılarak yönlerini bulabilmişler; aradan geçen yıllar onları farklı yönlere savursa da, birbirlerine olan sevgileri, düşkünlükleri hiç azalmamış.
Ölümünden bir gün önce, yattığı hastane odasında, Patti Robert’a bir gün öykülerini yazacağına dair söz vermiştir. Sözünü tutması zaman alır, yazının başına her oturduğunda duyduğu keder yazmasına engel olur çünkü ama sonunda öykülerini kağıda dökmeyi başarır. İkisini anlatan “Just Kids” kitabı 2010 yılında yayınlanır.
Patti Smith, eşini 1994 yılında beklenmedik bir kalp krizinde kaybettikten sonra kendini iyice yazmaya verir, tekrar New York’a taşınır. Bugün seyrek de olsa albüm yapmaya ya da müzik projelerinde yer almaya devam ediyor. Artık 74 yaşında; satın alan kimse çıkmayınca, “ömür boyu idolü” Rimbaud’un çocukluğunu geçirdiği Ardennes’deki –bakımsızlıktan harap olmuş- evi satın alır 2017’de.
Kimbilir belki de en sevdiği şairin doğup büyüdüğü evde tamamlayacaktır yaşamını…
- Patti çekim için ne giymesi gerektiğini sorunca, Robert “beyaz bir gömlek, ama temiz olsun ha” diye karşılık verir. Patti bu gömleği ikinci el giysi satan bir dükkandan almıştır, bir erkek gömleğidir bu, üzerindeki “RV” rumuzu ünlü yönetmen Roger Vadim’in tüm gömleklerine işli karakteristik rumuzla aynıdır. Patti’nin en sevdiği şairlerden olan Jean Genet’in -üzerinde Roger Vadim tarafından hediye edilmiş bir gömlek olduğu halde- ünlü fotoğrafçı Brassaï tarafından çekilmiş 1947 tarihli fotoğraf, hem Patti’nin hem Robert’ın çok sevdiği fotoğraflardandır; tabii Patti’nin aldığı gömlek o mudur bilinmez…
- Blue Öyster Cult’ın “Debbie Denise”, “Baby Ice Dog”, “Career of Evil”, “Fire of Unknown Origin”, “The Revenge of Vera Gemini” ve “Shooting Shark” şarkılarının sözleri Patti Smith’e aittir.