Mutlu Hesapçı
Hiçbir yer evimiz değil, hiçbir yere ait değiliz!
‘Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz’... Sam Shepard’ın 1980 yılında yazdığı bir oyun. Yıldırım Türker çevirisi ve Mert Öner’in rejisiyle sahneleniyor. Geçtiğimiz hafta oyunun galasına katıldım ve kendimi oyunun içinde sorgularken buldum. Çünkü oyun çağdaş bir yorumla günümüze göndermelerde bulunuyor, içinde yaşadığımız çıkmazları ele alıyor. İki kardeşi Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman müthiş canlandırıyor. Oyunda ayrıca Burak Sarımola ve Ayşe Lebriz Berken yer alıyor.
Herkes birbirini gerçekten ne kadar tanıyor? Bu, iki kardeş olsa bile…
Oyunda iki kardeş etrafında dönüyor hikâye. Kardeşlerden biri kentli, eğitimli bir senarist. Diğeri ise ormanlara sığınan, köksüz, yeri yurdu olmayan, özgür ruhlu bir hırsız. Aynı ağacın üstünde farklı mevsimlerde iki kardeşin birbirini keşfetme, birbirine dönüşme, birbirini tanımaları üstünden hikâye ilerken aslında kentin doğayla, sanatın ticaretle, eğitimin cehaletle, hayallerin gerçeklerle savaşını gözler önüne seriyor. Ve sorular beraberinde geliyor; “İnsan kendi elleriyle kurduğu sistemin içinde ezilirken, kendi elleri ile bu tuzaktan kurtulmayı beceremez mi? Yoksa insanın kurduğu sistem, insandan daha akıllı davranıp onu beceriksizleştirdi mi? Peki, hangisi daha zor; kalmak mı gitmek mi?”
“Kalmak mı, gitmek mi?”
Buradaki hayati soru; kalmak mı, gitmek mi durumu ve bu ikilemi uzun süredir hepimiz yaşıyoruz. Kendimiz olduğumuzu zannederken gerçek olmaktan çıkıp sahte biz olarak sahte ilişkiler üzerinden şehirde hayatımızı tüketiyoruz. Acaba şarkıdaki gibi bir yer bulsak dünyadan uzak bir yere gitsek, insansız, sessiz sakin bir yerde mutlu olabilir miyiz duygusunun peşindeyiz ama onu da yapamıyoruz. İki kardeş bile birbirini yeterince tanıyamazken aslında biz kendimizi ve ne istediğimizi bile bilemezken gitmek ne işe yarayacak ki! Zaten oyunda da iki kardeş birbirine en önemli, can acıtan cümleyi söylüyor:
- “Sen zaten beni hiç tanımadın ki...”
- “Zaten sen de beni hiç tanımadın...”
Biz de aynı soruyu ailemiz dâhil çevremizdeki herkese soruyoruz aslında ama bunu sormakta da geç kalmışız. Birbirimizi tanımadan ego yarışları, üstünlük taslamalar, her şeyi yarıştırmalar, fırsat kollamalar ve yırtma çabalarıyla geçmiş onca yıl… Şehirde herkes birbirinin kuyusunu kazmanın peşine düşmüş. Ve hiç kimse birbirine içten ‘Nasılsın?’ dememiş. öylesine sormuş... Ne zaman son çıkışa gelinmiş ‘hayat kısa’ dank etmiş ve yüzleşmeler başlamış. Bu yüzleşme hikâyesi o kadar geç ki cinnet geçirme noktasına gelindiğinde itiraflarla gelen “Kurtar beni ormana götür” diyen bir kardeş ama keşke “Hadi ormanda pikniğe gidelim” sakinliğinde yıllar önce olacak bir buluşma olsaydı bu!
Cırcır böceklerinin sesinde cennet bir dünyada yaşama hayali…
Şimdi dünya ve insanlar bir savaş halinde. Duyduğumuz sesler hep gürültülü, kavgacı, sinirli hatta şimdilerde bomba sesleri kulaklarda… Kardeşin kardeşe düşman olduğu bir eşikteyiz ve kıyamet gibi yaşananlar! Oysa Nazım’ın dediği gibi bir dünya düşlerimizde; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...”
Cırcır böceklerinin sesini duyarak huzurlu bir uyku artık hayal gibi öyle değil mi?
Gidecek bir yer de yok artık ve o yeri bulmak da!