Gerilemeye devam mı, yoksa dur mu diyeceğiz?

Anayasa Hukukçusu Doç. Dr. Tolga Şirin, “Türkiye’de, Bonapartist referandumlar   ve manipülatif seçimler yoluyla bir karşı-devrim süreci yaşanıyor. Bu düşük yoğunluklu ve sürece yayılan biçimde gerçekleşti. Halen bu sürecin içindeyiz. Önümüzdeki seçimler, bu gerileme sürecinin derinleşip tescillenmesi seçeneği ile buna dur deme seçeneği arasında yaşanıyor” diyor.  

Türkiye’nin kaderini belirleyecek seçimlere iki gün kaldı. Yurttaşlık görevimizi yerine getirmenin zamanı. Cumhuriyet’in 100.yılında kritik bir seçime gidiyoruz. Bu seçim 21 yıl iktidarla “tek adam rejimine” dönüşen bir sistemin oylanacağı tarihi bir seçim. Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkıp yurttaş mı olacağız yoksa tek adam otoritesi altında tebaa olmaya razı mı geleceğiz?  Anayasa Hukukçusu ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Tolga Şirin’in Cumhuriyet ideolojisini ve meclis hükümetinin ne olduğunu kavramsal olarak ele alan kitabı bu anlamda önemli bir çalışma. Şirin ‘Meclis Hükümeti’ kitabında “Erk nedir?”, “Siyasal rejim ne demek?”, “Meclis Hükümeti nedir?”, “Erkler ayrılığı ve erklerin yürütmede birliği nasıl olur?” gibi temel sorular çerçevesinde kavramları tek tek açıklayarak konuyu daha iyi anlamamızı sağlıyor. Kavramları oturttuktan sonra ise tarihsel süreçle birlikte Rousseau’dan Marx’a, Lenin’den Atatürk’e uzanan meclis hükümetinin ne olduğunu ve ortak bileşenlerini anlatıyor. Şirin’le yaptığımız söyleşide ‘Türkiye’de Düşüncenin Tutsaklığı’ isimli ifade özgürlüğünü ele aldığı iki cilt halinde yayımlanan kitabını da konuştuk. ‘Anayasa’dan Çıkış’, ‘Çevre İnsan, Devlet’, ‘Sosyal Haklar’ yazarın diğer kitapları.

Tolga Şirin, 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin neden kritik olduğuna, Rousseau’yu Marx’ı, Lenin’i Atatürk’ü buluşturan ortak noktaya, meydanlardan yükselen adalet seslerine ve hukuk alanında atılması gereken öncelikli adımlara, 21 yıllık AKP iktidarının bir istibdat olup olmadığına, Türkiye’de ifade özgürlüğüne, basının tutsaklığına ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Cumhuriyet’in 100.yılında Meclis Hükümeti kitabınız meclisin önemini anlayabilmemiz ve tarihsel süreci hakkında bilgi edinmemiz için önemli bir kaynak. Kitabınızda Rousseau’dan Marx’a, Lenin’den Atatürk’e uzanan bir anlayışı ortaya koyuyorsunuz. Tüm bu isimleri buluşturan ortak nokta nedir?

Bu isimler arasında pek çok buluşma noktası bulunabilir. Ama anayasa hukuku yönünden en az üç ortak kesen var. Bunları özetle şöyle sıralayabilirim: Meclis hükümeti, devrimcilik ve Cumhuriyetçilik. 

Bir defa, bu isimlerin dördü de erklerin mecliste birleşmesini savunur. Buna anayasa hukukunda “meclis hükümeti” diyoruz. Yasamanın yanı sıra yürütme ve yargı da yani tüm iktidarlar, halkın veya onun temsilcilerinden oluşan meclisin elindedir. Meclis hükümeti, genellikle devrimci, yani egemenliğin tek kişinin elinden alınıp halka aktarıldığı süreçlerde ortaya çıkan bir siyasal rejimdir. Belli kişilere veya kişi gruplarına karşı çubuğu halka bükmek ve halkın dışındaki çıkar gruplarını sistemden tasfiye etme amacına hizmet eder. Son olarak, böylesi süreçler doğal olarak monarşik değil Cumhuriyetçidir. Tahakkümün olmadığı koşullarda özgür yurttaşların kamusal yaşamını hedefleyen bu isimlerin monarşi karşıtlığı kuşkusuzdur. Geniş anlamda kamucu eğilimleri ve tahakküm karşıtlıkları, onları Cumhuriyetçilikte birleştirir.

Tabii aralarında farklar da yok değil. Marx ve Lenin’in Cumhuriyetçiliği, burjuvazinin tahakkümüne karşı bir kurtuluşu izler. Rousseau ve ondan esinlenen Atatürk’ün Cumhuriyetçiliği ise yönetimi gasp eden saltanattan ve işgal güçlerinden kurtuluşla ilgilidir. 

“KEMALİZME VURACAĞIM DERKEN AKLA KARAYI KARIŞTIRIYORLAR”

14 Mayıs’ta Türkiye kritik bir seçime gidiyor. Seçim; yürütmede Bonapartist bir iktidar mı yoksa güçlendirilmiş parlamenter sistem mi tartışmalarına kilitlenmiş durumda. Sizce de bu seçim bu kadar kritik mi?

Bu önemli bir soru. Aslında, bir ölçüde benim kitabı yazma nedenimle de ilgili. Son yıllarda bazı çevrelerde, özellikle liberal çevrelerde Recep Tayyip Erdoğan’ın kemalistleştiği söylemi ön plana çıkmaya başladı. Hatta bunu “neokemalizm” falan diye kavramlaştırmaya çalıştılar. “Nasıl yani?” diye soracak olduğunuzda Erdoğan’ın da Atatürk gibi otoriterleşip tek adam yönetimi oluşturma eğilimi gösterdiğini ve ikisinin de erkler birliği yanlısı olduğunu söylediler. Hatta komik gelecek ama bu savlarını, Erdoğan’ın da Rousseaucu olduğunu söylemeye kadar vardırdılar. 

Bu bilinçli bir çarpıtma. Otoriterliğin tek türü yoktur. Atatürk’ün Fransız Devrimi’nde esin kaynağı Robespierre, Saint-Just, Marat, Danton vb. isimlerin Jakoben hareketidir. Doğrudur, Jakobenler de otoriterleşmiştir ama bu, karşı-devrimcilere dönük ve halkın özgürleşmesi ereğini izleyen bir otoriterleşmedir. Bir despotluk varsa bu özgürlük ve ilerleme amacıyladır. Kemalizmin gerici gördüklerine dönük otoriterliği de buna benzer. Oysa Erdoğan’ın otoriterliği Bonapart’ınkine benzer. Referandumlara, hatta daha doğru söylemek gerekirse plebisitlere dayanan bu otoriterlik, bir bakıma “sivil darbe” yoluyla iktidarların tek elde toplanması esasına dayanır. İlk durumda diğerkâmlık, kamusal yurttaşın oluşması için ilerlemecilik amacı ön plandayken, ikincisinde bencillik ve bireysel menfaatler belirleyicidir. Bir Jakoben ile bir Bonapartisti – ikisi de otoriterdir – diyerek aynı torbaya sokamazsınız. Her şeyden önce metodolojik bir hatadır bu. Aslında ilginçtir; aynı çevreler, bu tür indirgemeciliği askeri müdahaleler yönünden de yapıyor. Tüm darbeler aynıdır diyor ve hepsini birden lanetliyor. Otoriterleşmeye veya darbelere karşı olmak anlaşılır bir şey. Fakat bunların hepsini birden aynılaştırmak sorunlu. 27 Mayıs ile 12 Eylül’ü aynı saymak, siyah ile beyazı “ikisi de renktir” diyerek aynı görmeye benzer. Oysa siyahla beyaz aynı değildir. İlki Jakoben, ikincisi Bonapartist geleneklerle ilişkilidir. Dolayısıyla Kemalizme vuracağım derken akla karayı karıştırıyorlar. Buna itirazı not düşmek gerekiyordu, düşmüş olayım. Şimdi sorunuza dönecek olursam; ben bu seçimin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de, Bonapartist referandumlar ve manipülatif seçimler yoluyla bir karşı-devrim süreci yaşanıyor. Bu Almanların Blitzkrieg, yani “yıldırım savaşı” dediği türden ani bir atılımla olmadı, düşük yoğunluklu ve sürece yayılan biçimde gerçekleşti. Halen bu sürecin içindeyiz. Önümüzdeki seçimler, bu gerileme sürecinin derinleşip tescillenmesi seçeneği ile buna dur deme seçeneği arasında yaşanıyor. “Dur” diyenlerin süreci terse işletip işletmeyeceği kuşkulu ama “dur” denmesi somut koşullarda hayli önemli. Tarihsel koşullar uyarınca itirazları ve birleşik mücadeleleri önemli…


“CUMHURİYET TARİHİNİN EN KÖTÜ YARGI MEKANİZMASIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ”

Seçim kampanyalarında meydanlardan yükselen seslerden biri de adalet konusundaydı. Sandıktan Kılıçdaroğlu’nın 13. Cumhurbaşkanı olarak çıkması ve Millet İttifakı’nın mecliste güçlü bir şekilde yer alması durumunda ilk yapılması gerekenler nedir? Bir Anayasa Hukukçusu olarak sokağın da sesine kulak verdiğinizde hukuk alanında alınması gereken öncelikli kararlar neler olmalı?

Gündelik dilde adalet kavramının ikili boyutu var. Biri yasal adalet, diğeri sosyal adalet anlamında. Yasal adalet konusunda Cumhuriyet tarihinin -hatta makarayı Osmanlı modernleşmesine kadar sarabiliriz- en kötü yargı mekanizmasıyla karşı karşıyayız. 12 Eylül rejiminden bile kötü, bağımsızlığını neredeyse tamamen kaybetmiş, liyakatı yitirmiş ve tarafgir bir yargı oluşturuldu. Mahkemeye yolu düşmemiş sokaktaki herhangi biri bile bunun farkında. Dolayısıyla ilkin bu sorunun çözülmesi gerekir. Bunu çözmek için İtalya ve Doğu Avrupa’daki kimi adımlar bize örnek olabilir. 

Bunun için ben birkaç adım öngörüyorum: 

Öncelikle Meclis’te bir komisyon kurulmalı. Bu komisyon profesyonel kamuoyu anketleri yaptırmalı ve yargıdaki sorunlarla ilgili bir rapor oluşturmalı. Yani sorunları, halka tescil ettirilmeli. 

İkincisi: Köklü bir yargı reformu için bir anayasa hükmü koyulmalı. Bunda neler yapılacağı açıkça yazılmalı. 

Üçüncüsü: Bu hüküm uyarınca titizlikle ve saygın bir heyet kurulmalı. Bu heyet, “yargıya, yargı bağımsızlığı için müdahale” etmeli. Örneğin yolsuzluğa karışan, bilgi ve becerisi yeterli olmadığı tespit edilen, torpilli biçimde atandığına dair kuşku bulunan ve skandal kararlar veren yargıçlarla ilgili bir iç soruşturma süreci işlemeli. Bu kişilerin meslekten çıkarılması veya eğitime alınması söz konusu olmalı. Bu yapılırken de Venedik Komisyonu ile de istişarelerde bulunulmalı. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin Xhoxhaj/Arnavutluk kararı meraklısı için iyi bir yol göstericidir. 

Dördüncüsü: Bu reform gerçekleştirildikten sonra ise coğrafi teminat ve bağımsız adli kolluk birimleri oluşturulmalı. Zira yargı bunların yokluğundan çok zarar gördü. İktidarın hoşuna gitmeyen kararlar veren savcı ve yargıçlar sürüldü. Coğrafi teminat buna karşı gelmelidir. Bağımsız adli kolluk birimi ise yürütmedekilerin karıştığı suçlarla ilgili önemli bir güvence. Örneğin İçişleri veya Adalet Bakanlığı bünyesinde bir suçla ilgili savcı delil toplayacak; o delilleri toplayacak olan polisin amiri İçişleri Bakanı. Bu delilleri toplatacak savcının geleceğini belirleyen kurulun üyesi Adalet Bakanı. Böyle şey olmaz. Güney Afrika’da olduğu gibi bunların hiyerarşisinin dışında bir adli kolluk birimi oluşmalı. 

KAMUCU POLİTİKALARIN ÖNEMİ

Adalet, sadece şekli anlamda kullanılmıyor. Bir de sosyal adalet anlamı var demiştik. Bu ise gelir eşitsizliğiyle, sömürü düzeniyle ilgili bir sorun. Varsıl daha varsıl, yoksul daha yoksul. Bunu aşmanın yolu kamucu politikalardan geçiyor. Bu bağlamda barınma, eğitim, çalışma ve sağlık konularında derin sorunlar var. Barınma konusunda acil adım, sosyal konut projelerine yönelinmesi. Yurttaşları hayat boyu borçlandırıp esir alan mevcut TOKİ uygulamalarının yerine sosyal konutlara geçilmeli. Eğitim fiilen özelleşmiş ve dincileştirilmiş durumda. Parasız kamusal eğitim olanaklarını sağlayacak bir atılım, Köy Enstitüleri’ndeki pratikler güncelleştirilerek hayata geçirilmeli. İşsizlik konusunda; zekât mantığına dayalı sosyal yardımlar veya “muhtar yardımcılığı” gibi tüketim ekonomisine dayanan uygulamalara değil üretim ekonomisine dönük adımlar atılmalı. Örneğin; devletin tarım toprağı dağıtması ve tarımsal teşvikleri arttırması işsizlik sorununa karşı bir çözüme kapı aralayabileceği gibi kentlerdeki aşırı merkezileşmeye karşı da panzehir (tersine göç) işlevi görebilir. Bu, Anayasa’nın emrettiği “toprak reformu” ile ilişkilidir. Bunları Anayasa’dan Çıkış kitabımda anlatmaya çalışmıştım.

“1908 HÜRRİYET DEVRİMİ’NDEN BU YANA MECLİS, 

SİSTEMİN KALBİNDE YER ALIR”

‘Meclis Hükümeti’ kitabınızda meclis hükümetinin tanımını yapıyorsunuz. Aslında dünyada belli başlı anayasalara bakıldığında o ülkedeki siyasal rejimin ne olduğunun spesifik olarak anayasalarda olmadığını görüyoruz. Tanımı daha çok netleştirmek için meclis hükümetinin “Yasama, yürütme ve yargı erklerinin yasama erkinde birleştiği siyasal rejimdir” diye tanımlıyorsunuz. 100 yıl önce kurulan Cumhuriyet’ten bugüne Türk siyasal yaşamı nasıl bir evrim geçirdi? Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizde 1908 Hürriyet Devrimi’nden bu yana meclis, sistemin kalbinde yer alır. Bu konuda monografi yazan Aykut Kansu 1908’i, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Meclis’in artık geri dönülemez biçimde göz ardı edilemez bir aktöre dönüştüren bir eşik olarak görür. Gerçekten de uzun yıllar böyle olmuştur. Türkiye’nin kurtuluş savaşını meclis yürütmüştür. Yeni bir devleti meclis kurmuştur. Yeni Türkiye’nin siyasal rejimi de ilkin meclis hükümeti olmuştur. Gerçi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki feodal ve şeriatçı ayaklanmalar otoriter bir eğilimi beraberinde getirmiş ve yürütme güçlenmiştir bir ölçüde ama rejim, meclis hükümeti ile parlamentarizm arasında bir yerde kalmıştır. 1924 Anayasası’ndaki durum böyledir. 

1961’de klasik parlamentarizme yani yine meclis merkezli bir siyasal rejim kabul gördü. 1982 Anayasası zamanında da Kenan Evren yürütmeyi güçlendirmek istese de parlamenter kalabilmiştir. Yani 1908’den itibaren yüz yıl boyunca meclis odaklı yönetim esas olmuştur bizde. Fakat bunu değiştiren AK Parti’dir. Muhafazakâr olduğu için geleneği muhafaza etmesi beklenen bu parti önce yarı başkanlığa geçti sonra da başkanlığa. Bu başkanlık biçimi de yönetimi, tarihimizde hiç olmadığı denli yürütme güdümüne soktu. 

21 YILLIK AKP İKTİDARI BİR İSTİBDAT MI?

Kitabınızda Montesquieu’nun bir ifadesine yer veriyorsunuz. Montesquieu, istibdadın doğası gereği kibirle ve kötüye kullanmayla yüklü olduğunu ve sürekli itaat beklediği için de liyakati veya çok yönlü düşünceyi, dolayısıyla iyi yönetimi ortadan kaldıracağını söylüyor. Türkiye’de düşüncenin tutsaklığı üzerine de kitaplarınız var. 21 yıllık AKP iktidarını bir istibdat olarak değerlendirebilir miyiz? 

Evet değerlendirebiliriz. Bakın Abdülhamit istibdadında basın hür değildi. Bugün de değil. Basın Özgürlüğü Endeksinde 154’üncü sıradayız. İktidara geldikleri 2002’de 99’uncu sıradaydık.  Gazeteciler cezaevlerinde. Neredeyse herkes otosansüre tabi.

Abdülhamit zamanında toplanmalar yasaktı. İkiden fazla kişi yan yana geldiğinde enselerinde boza pişirilirdi. Bugün de toplanma özgürlüğü yok. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Ataman Grubu kararlarında Türkiye’de toplanma özgürlüğünün sistematik olarak uygulanamadığını tespit etti. Sorunun münferit değil, yapısal olduğunu söyledi. Muhalifler keyfî biçimde tutuklanıyor, mesleklerinden atılıyorlar, bilim ve sanat özgürlüğü yok sayılıyor.

Abdülhamit zamanında zulüm suçları işlemiyordu. Bugün de durum farksız. İşkence eskiden kapalı kapılar ardındaydı. İnsan Hakları Mahkemesi’nin Ataykaya kararında görüyoruz ki işkence sokağa inmiş durumda. Alenen yapılıyor. 

Abdülhamit zamanı, vergi isyanlarının da zirve yaptığı zamanlardı. Halk ekonomik olarak çökmüştü. Şu anda enflasyonun durumu ortada. Gelir dağılımı eşitsizliğini ortaya koyan GİNİ katsayısına baktığımızda 2007’den beri artış var. Özelleştirmeler ve sınırsız piyasa ekonomisi, yurttaşların üzerinde sermayenin başına buyrukluğuna yol açıyor ki bu da emekçilerin üstünde bir istibdattır.

“ÖRGÜTLÜ BİR TOPLUM YENİLMEZ”

Rousseau Toplum Sözleşmesi kitabında “…Nasıl ki insan haysiyetinden istese de vazgeçemez, olur da vazgeçerse insanlıktan çıkar; işte bir halk da egemenliği devredemez, olur da devrederse, devrettiği kişinin iradesine tabi bir köleye döner. Halkın köleleştiği yerde cumhuriyet yıkılmıştır” der. Siyaset Bilimci Deniz Yıldırım Saray Rejimi kitabında başkanlık sistemi henüz kabul edilmeden AKP iktidarının nasıl saraya kilitlendiğini ve bir tek adam rejimine dönüştüğünü anlatmıştı.  Başkanlık sistemiyle halk, iradesini tek bir adama devretti. Egemenliğin ne olduğunu mu tam kavramamıştık? Türkiye’nin darbelerle kesintiye uğrayan demokrasi tarihine baktığımızda sorumluluğu sadece halka yüklemek doğru olur mu?

Ben sorumluluğu tamamen halka yüklemeyi doğru bulmuyorum. Olağan zamanlarda hâkim fikirler tabii ki iktidarı elinde tutanların fikirleridir. Bunu retorik olsun diye söylemiyorum. Örnek vereyim: Mecburen devlet okuluna, hatta fiili zorlamayla imam hatip okuluna giden, mezun olunca işsiz veya gününün büyük kısmını beş paraya çalışarak geçiren bir yurttaşı düşünelim. Onun için yaşam çok zor. Yaşamını biraz olsun keyifli kılmak için kalan zamanını ya kıraathanede ya da mecburen televizyon karşısında geçirmek zorunda. Okuldaki eğitimle tornadan geçiyor, gerici mahalle kültürüyle bu pekişiyor, Televizyonlar yoluyla da beyni yıkanıyor. Ekonomik açmazdan bir nebze çıkma olasılığı cemaatler veya devletin zekât mantığıyla verdiği kimi sosyal yardımlara bağlı kalmış durumda. Bu koşullarda AK Parti dışında alternatifi olmayan kitleleri suçlamak kolaycılıktır. Halkı “cahil ve aptal” diyerek aşağılamak, karanlığa küfretmek gibi. Asıl sorun, bu zinciri kıramayan, karanlığa karşı ışık yakamayan muhalefette… Demokrasi yurttaş bilinciyle işler. Bu da örgütlenmekten geçer. Örgütlü bir toplum, yenilmez. 


“TÜRKİYE’DE GÜÇLÜ BİR DEMOKRASİ BİRİKİMİ VAR”

Türkiye’de Düşüncenin Tutsaklığı kitabınızın 2. cildinde “Bugün tek adam dezenformasyonuna kapılanlar, 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi tutanaklarına baktıklarında, istisnai bir meclis olmasına rağmen bu toplanma organının düşünsel çeşitliliği ve geniş ifade özgürlüğü oldukça şaşırtıcı gelecektir” diyorsunuz. Bunu 1923’ten sonraki süreçte de farklı örneklerle açıklıyorsunuz. 100 yıllık bir cumhuriyet tarihimiz var. Cumhuriyetin öncesinde de çağdaşlaşma hamleleri var. Türkiye’de demokrasi ve mücadele tarihine baktığımızda hiç de hafife alınamayacak zenginliklerimiz olduğunu söylüyorsunuz. Bu tarihsel birikime güvenmeli miyiz? 

Doğru bir noktaya parmak bastınız. Türkiye’de son yıllarda Batılıların self-hate dedikleri kendinden nefret veya kendine ırkçılık moda oldu. Türkiye’ye dair ne varsa kötüleniyor. Batı aşırı idealize ediliyor. “Bu ülkeyi terk etmek” fikri aşılanıyor. Üstelik bu yapılırken de özcü söylemler öne çıkarılıyor. Örneğin Türkiye’de demokrasi olmaz. Türkler özgürlükleri istemez. Türkler (olumsuz anlamda) muhafazakardır vs. 

Oysa bu sorunların nedeni genetik veya ırksal değildir. Geri bırakılmış, yarı sömürge kılınmış bir ülkede demokrasi veya hak ve özgürlüklerin de gelişmemesi sürpriz değildir. Ekonomik kalkınmayı sağlayamazsanız tabii ki eğitiminiz de ilerlemez, haklara saygı bilinciniz de. Sosyal, iktisadi, tarihsel vb. koşullara odaklanmadan bu türden çıkarımların tedavülde olmasının nedeni, yurttaşlarımızın ideolojisizleştirilmesi. Dünya görüşü olmayan, bütüncül bakmayan ve (cinsel veya etnik vs.) kimlikçilik içinde anlam arayan kitleler, umutsuzluk içinde kendini suçlamaya başlıyor. 

Oysa Türkiye, güçlü bir demokrasi birikimi olan bir ülkedir. Osmanlı’da bile çok sayıda örnek vardır. Şeyh Bedrettin isyanı, erken bir Aydınlanma girişimidir. 1908 Devrimi Rus, İran, Japon hatta Meksika devrimine uzanan devrimler zincirinin bir parçasıdır. 1920’de Ankara’da toplanan Meclis, emperyalizmi yenilgiye uğratmıştır. Kadınlara oy hakkının tanınması, diğer devrim kanunları vs. bunlar Müslüman çoğunluklu toplumlar için öncüdür. Üçüncü dünyaya ilham kaynağı olmuştur Türkiye. 555K’lar, 15-16 Haziran eylemleri, 1970’lerdeki grevler, Bahar eylemleri, 90’ların öğrenci hareketi, Cumhuriyet mitingleri, Uğur Mumcu, Hrant Dink vb. gazeteci cinayetleri sonrası cenaze-mitingleri, Gezi Parkı vb. bir dizi örnek Türkiye’deki örgütlü halkın tarihinin yabana atılır olmadığını gösterir. 

DÜŞÜNCENİN TUTSAKLIĞI

Türkiye, İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına bakıldığında en çok ihlal kararı verilen ülke. İfade özgürlüğü anlamında da karnesi kötü. Yargının bu kadar darbe aldığı, vatandaşın sokaklarda adalet diye bağırdığı bir sistemde yargıdaki yozlaşma düzeltilebilir mi? İfade özgürlüğü alanında atılması gereken ilk adımlar neler?

Bir reform programından bahsetmiştim. İfade özgürlüğü özelinde ise şunu söyleyebilirim: Türkiye’de Düşüncenin Tutsaklığı kitabımda Türkiye aleyhine verilen ifade özgürlüğü ihlali kararların toplu bilançosunu çıkarmıştım. Oradaki bulgum %80’den çoğunun tek bir ceza dairesinden çıktığıdır. Terörle Mücadele Kanunu ile devletin güvenliğine veya anayasal düzene karşı vb. suçlara bakan dairelere özgü bir çalışma kaçınılmaz. Bugün ifade özgürlüğüyle ilgili hassas davalar yanılmıyorsam Yargıtay’ın Üçüncü ve Sekizinci Ceza Dairesi’ne gidiyor. “Devlet aklı” orayı tutuyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi