Menekşe Tokyay
Çürümenin Altın Çağı
Vahşet, nobranlık, cehalet, çürüme bir “kader” değil; yaptıklarımız ve yapmadıklarımızın bir sonucu. Tüm canlı organizmalar gibi toplum da dönüşebilir. Ama öncelikle birlikte yaşama kültürüne, toplum olma bilincine sahip olduğumuzu anımsatan bir yeni sosyal sözleşme gerekli. Yeniden iletişim dilini sağlamalı, kurumsal kültürleri yenilemeli, bizi birleştiren harcı yeniden keşfetmeliyiz.
Toplumsal bir çözülmenin “Altın Çağı”nı yaşıyoruz adeta. Çürümüş portakal kokusunu, yaşamın kendi özgül çürümüşlüğü içerisinde kanıksaya kanıksaya, içimize çeke çeke yaşıyoruz. Yaşamlarımızın bir ucundan tutuyoruz ve o uç da son dönemde hep küflü oluyor. Çürüyoruz, küfleniyoruz.
Araştırmacı yazar Can Serhat Halis’in bir tweet zinciriyle birlikte, hepimizin her gün farklı anlatılar üzerinden hissettiğimiz, bizzat yaşadığımız, bazen de kelimelere dökmekte zorlandığımız bir toplumsal çürüme durumunun bir kez daha ayrımına vardık.
Çöp kutularında bulunan kadın cesetlerinden annesinin başını kesip balkondan atan çocuğa, kulübesinde kilitli halde diri diri yakılan köpeğe, istek şarkıyı söylemediği için öldürülen müzisyene ve başka bir gün de istek şarkı istedikten sonra kafasında sandalye kırılan müşteriye dek çok geniş ve kapkaranlık bir gündem içerisinde, vahşetle örülü bir kozanın içerisinde bir tür yaşam mücadelesi veriyoruz. Buna yaşam denirse…
Daha da kötüsü, bu yaşananları çok kısa bir süre içerisinde içselleştiriyor, normalleştiriyoruz. Özel bir hastanenin yoğun bakım servisinde yatan yaşlı ve savunmasız bir kadına sağlık çalışanlarının yaptığı korkunç muameleye dair videonun raf ömrü birkaç saatle sınırlı kalıyor.
Kolektif Kayıtsızlık
Kötülüğe karşı kolektif bir kayıtsızlık ve susuş içerisindeyiz. Kimileri buna duygusal küntlük de diyor. Yani apati. Bir diğer ifadeyle, bireylerin duygusal uyaranlara yetersiz tepki vermesi… Devrilen tramvayın önünde poz veren fötr şapkalı vatandaştan, inşaat alanında buz tutan su birikintisine gömülerek ölen kepçe operatörünün halini cep telefonu kamerasına kaydeden kişiye dek toplumsal bir yabancılaşma hali ve buna eşlik eden manevi çürüme…
“Sen görenlerdensin, dünya seyrine dalma” diyen Ömer Hayyam’ın rubailerinin tersine son süratle giden bir toplum yapısı… Psikolog danışman Tunç Tataker’in “Aynı yüzler, aynı bakışlar, aynı yalanlar, bencil olmaya zorlayan şartlar, giderek kendi kabuğuna çekilip düşünmemeye çalışan ancak içten içe çığlık atan insanlar… Ve çığlıkları duymayan, duysa da önemsemeyen uğultulu kalabalıklar” dediği durum bu belli ki…
Her ile bir üniversite yapmakla ülkenin bilim yuvası haline gelmediğini net bir şekilde gördük. Akademik unvan enflasyonuyla, diploma enflasyonuyla niceliğin eş zamanlı ilerlemediğine tanıklık ettik. Bir yandan da ülkenin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin bu toplumsal çürüme haline kurban edilmesini, eğer akademisyenlerin 700’ü aşkın gündür sürdürdüğü “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” sloganıyla itiraz eylemi olmasaydı, kanıksayabilirdik. Bireyselleşme, bencilleşme ve nobranlaşma, toplumdaki bağları da koparıyor. Bu çürümeye karşı kolektif duruşlar ise, unutuşları ve kanıksamaları bir ölçüde önlüyor.
Can Serhat Halis, yazısında, “Ülkede insanlığın en temel değerleri kökünden çürümüş durumda, insani erdem Mariana çukurundan daha derin bir yerde. Zavallı bir çirkinlik toplumun paçalarından akıyor” diyor.
Halis’e göre, tüm bunların ardında öncelikli olarak, aile-içi eğitimdeki çürüme, çocuğunu dünyanın en iyisi, en zekisi, en güzeli, en muktediri olarak konumlandıran ebeveynlerin kışkırttığı şımarık, küstah, lümpen, kötü, nobran, saygısız, çevresine karşı acımasız, bencil ve içi boş bir özgüven pompalanmış bir insan modeli var.
Buna karşılık, vicdanlı, terbiyeli, empati sahibi, erdemli şekilde, adeta üzerine dantel örtü yerleştirilerek özenle yetiştirilen çocuklar, çürümüş bir toplumla ilk temaslarında, genel geçer hale gelmiş olan bu toplumsal kodlarla uyum sağlayamıyorlar; alay konusu ediliyor, dışlanıyorlar.
Cehaletin Sıradanlaşması
Okullarda eğitimdeki çürüme de buna eklenince, bu manevi çöküş hali toplumun tüm katmanlarına yayılıyor ve “yeni normal” oluyor; cehalet sıradanlaşıyor; değer yargılarındaki zayıflamanın getirdiği ilkelliğe dönüş ise makbul görülüyor.
Okullaşma, okula gidip gelmeyle, devam kâğıdına atılan çentikle sınırlı tutuluyor. Evrim, mantık yürütme, satranç, kodlama gibi kişiyi bilişsel ve etik olarak besleyen dersler ya kaldırılıyor ya da içi boşaltılıyor. TÜİK’e göre, Türkiye’de kitap, ihtiyaç listesinin 235’inci sırasında yer alıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde müfredatta tedricen zayıflatılan “humanities” (beşerî bilimler) dersinin başına gelenler malum…
Ekonomik kötüleşme, sosyokültürel çürümeyi daha da artırıyor; toplumdaki adaletsizliklerin hıncı, insan ilişkilerinden çıkıyor. “Vahşi bir rekabet bilinciyle yetişmiş bireyler, yoksulluk arttıkça daha da vahşileşiyor” diyor Halis.
Öyle ki, kendi istediği olmayınca, elinden elma şekeri alınmış bir çocuk nasıl kendini yere atıp tepinirse, bu yeni türemiş insan modeli de gözünü kırpmadan karşısındakini öldürebiliyor. Trafikte ona yol vermeyen sürücüye tepkisini beyzbol sopasıyla gösterebiliyor. Ondan boşanmak isteyen eşini öldürüp cinayet işlediği bilgisini sosyal medya hesabından canlı paylaşabiliyor.
Siyasetin Zehirli Dili
Kadınlara doğurganlıkları, annelikleri ve kadınlık vazifeleri üzerinden toplumsal bir statü biçiliyor; kadın bedenine dair müdahaleci her türlü söylem ataerkil anlayışla birleşince toplumsal çözülmeyi besliyor. Siyasetin zehirli dili, toplumdaki ötekileştirme pratiklerini besliyor, onaylıyor, kutuplaştırıyor, düşmanlaştırıyor. Kendi içimizde yarattığımız düşmanlar, siyasetçilerin ağızlarından da onay aldıkça topluma yerleşik hale geliyor.
Hele ki son yıllarda oldukça artan uyuşturucu kullanımı da buna eklenince kötülük artık sınır tanımaz bir hal alıyor. İşsiz genç, en kolay erişebildiği şey olan uyuşturucunun da etkisiyle kendisini gasp, soygun ve kriminal ağların içerisinde buluyor. Doğuştan gelen adaletsizliklere karşı öfkesini ve “haksızlığa uğramışlık” algısının doğurduğu kırgınlığı başkalarına yansıtmayı kendine hedef belirliyor.
Bir diğerini anlamak, dinlemek yerine tekmelere, tokatlara başvuruluyor. Vahşetler karşısında cezasızlık algısının süreklileştirilmesi ise toplumu yeniden çürütüyor. Toplum olarak çürüyoruz.
“Yozlaşmış bir hukuk sistemi, şatafatlı bir görgüsüzlük, kutsanan dipsiz cehalet, bitmeyen bir öfke, zorbalık, doymak bilmeyen egolar… Ve tüm bunların arasında, yaşama sevinci bitmiş, var olma savaşı veren sıkışmış güzel insanlar” diyor Tunç Tataker benzer duygu hallerini anlatabilmek adına…
Cezasızlık, kural tanımazlık, yozlaşmışlık ve hesap vermezlik ortamında rol modeller bilim insanları, sanatçılar olacak yerde, toplum, ağırlıklı olarak Kurtlar Vadisi ve türevi mafyatik dizilerden besleniyor. Dünyanın En Seçkin 20 Bilim Kadını arasına giren Prof. Seda Keskin Avcı veya Yaşayan En Zeki 30 Bilim İnsanı listesine giren Canan Dağdeviren ya da insanlığı COVID-19 belasından kurtaran aşıyı bulan Özlem Türeci-Uğur Şahin çiftini örnek alacağına, Polat Alemdar’ı veya Bahri Umman’ı kendine idol belliyor.
Dizilerde ana karakterler intikamdan besleniyorlar. Hayatlarına musallat olan kötülüklere karşı sorun çözme becerilerini, diyaloğu, münazarayı kullanacak yerde şiddeti yüceltiyorlar. Herkes diğerine baltayla, satırla, Samuray kılıcıyla, av tüfeğiyle saldırıyor. Ardından yalılarda, son model arabalarda geçen bu “renkli” hayatlar, gecekondulardaki yoksul ve yoksun yaşamlarda yeniden ve sisteme karşı duyulan öfkeyle harmanlanarak üretiliyor.
Kentsel Dönüşümden Kentsel Gerilime
Özellikle 2000’li yıllardan sonra vites büyüten kentsel dönüşümle birlikte kentsel soylulaştırma uygulamaları, kentlerin dokusunu oluşturan toplumsal çeşitlilikleri bozuyor; onlara doğal olmayan müdahaleler yapıp kentsel mekân yeniden üretildikçe, fiziksel ve toplumsal çürüme de artıyor. Zira kentsel dönüşümle birlikte artan ve belirginleşen toplumsal eşitsizlikler ışığında dezavantajlı kesimlerin şehrin dış çeperlerine itilerek, sosyal olarak dışlanmaları ve marjinalleştirilmeleri kentsel gerilimleri besliyor.
Yaşam alanları sözüm ona sterilleştirildikçe, kendinden olmayan ötekileştirildikçe toplumsal uyum da bozuluyor; kentsel gerilimler artıyor; farklı kültürler kaynaşamadıkça birbirini yok etmeye, birbirine zarar vermeye odaklanıyor. Temeli çürük binalar misali, o binaları kullanan farklı toplumsal gruplar da çürümeyi besliyor.
Çürüme dünyanın dört bir yanında var. Arjantin’den Fransa’ya, Almanya’ya, İsveç’e dek. Ancak Batılı toplumlarda bu çürüme bir kanser hücresi gibi toplumun tümüne yayılmıyor. Bölgesel çürümeler şeklinde kalıyor. Van Gogh tablosuna domates çorbası fırlatmak gibi münferit vandallıklarla sınırlanıyor ve bu tür vakalar da toplumun geneli tarafından ayıplanıyor. Hiçbir ülkede her ay öldürülen kadın sayısı 25-35 arasında değil. Hiçbir ülkede bir yılın ilk 10 ayında 320 kadın katledilmiyor.
“Hayatın Çürüttüğü İnsanlar”
Çürüme dendiğinde akla gelen başlıca düşünürler arasındaki Rumen yazar Emil Michel Cioran, Çürümenin Kitabı’nda varoluşun farklı çürümüşlük hallerini ele alır. Aklımız, ruhumuz, kalbimiz sürekli çürürken yaşamı ne zaman, nerede, kimler uğruna çürüttüğümüzü anımsatır.
“Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet… Geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?” diye sorar Cioran. Kimileri bu çürümüşlük içerisinde entelektüelliğiyle, çalışkanlıklarıyla, sisteme irili ufaklı kattıklarıyla, üretimleriyle hayata izini bırakamadığı için bunu cinayetlerle, şiddetle, nobranlıkla gösterir. Cioran, “Hayatın çürüttüğü insanların arasında rüyalarıma ihanet ettiğimi anımsıyorum” der.
“Hayat yasalarının başında çürüme gelir” diyen Cioran’a göre; “Cani, özgürlüğünü sınırsız bir şekilde kullanır ve gücünün fikrine karşı koyamaz. Başkalarının hayatına son verme konusunda, o da her birimizle aynı düzeydedir. Eğer düşüncede öldürdüklerimiz hakikaten yok olsalardı, yeryüzünde kimse kalmazdı. İçimizde çekingen bir cellat, hayata geçmemiş bir katil taşırız.”
Vahşet, Nobranlık, Cehalet, Çürüme “Kader” Değil
Peki toplumsal çürüme kaçınılmaz bir son mu? Elbette değil.
Tüm canlı organizmalar gibi toplum da dönüşebilir. Ama öncelikle birlikte yaşama kültürüne, toplum olma bilincine sahip olduğumuzu anımsatan bir yeni sosyal sözleşme gerekli. Bütün kavramların, bütün erdemlerin, bütün etik değerlerin içi teker teker boşaltılırken, yeniden iletişim dilini sağlamalı, kurumsal kültürleri yenilemeli, bizi birleştiren harcı yeniden keşfetmeliyiz.
Vahşet, nobranlık, cehalet, çürüme bir “kader” değil; yaptıklarımız ve yapmadıklarımızın bir sonucu… Toplumsal gelişimimize ancak kendimiz yön verebiliriz; çürümeye ancak biz, ortak bir iradeyle dur diyebiliriz.