Boray Acar
Cumhurbaşkanımız emir verdi alacağız inşallah!
Türkiye yanıyor…
Bu yazının kaleme alındığı saatlerde, basında yer alan bilgilere göre, 38 ilde toplam 154 noktada başlayan yangınların 145’i kontrol altına alındı. Yaşam alanlarına ve yerleşim yerlerine de sıçrayan, insanların evlerinden tahliye edilmelerine kadar varan, can kayıplarına, yaralanmalara ve ekolojik sistemin yok olmasına sebep olan trajediyi kaygı, üzüntü ve hayal kırıklığı ile izliyoruz. Şu vakte kadar sabotaj olduğuna dair kesin bir bilgi olmaması ve diğer ülkelerin durumu, yangınların iklim şartları gereği çıkmış olması ihtimalini güçlendiriyor.
Yereldeki koordinasyon merkezlerinde gördüğümüz manzaralar, felaketin önlenebilmesi için yeterli olamasa da kutuplaştırıcı siyasetin toplumsal dayanışma ruhunu öldüremediğini göstermesi açısından umut verici. Çağdaş değerler ile yönetilen bir ülkede, özellikle “sıra dışı hâllerde” siyasi rekabetin askıya alınması ve davranış düzeyinin topluma örnek olması beklenir. Türkiye’de maalesef tersi yaşanıyor ve çoğu zaman kararları dolayısıyla eleştirdiğimiz toplumdaki duyarlılık, hâkim iradeye örnek olabilecek hale gelebiliyor. Bu da yönetim anlayışı bağlamında çağın ne kadar gerisinde olduğumuzu göstermesi açısından bir ölçüt. En azından afet hallerinde daha itidalli, uyumlu ve ülke ölçeğinde yaşanan sorunu merkezine alan bir olgunlukla yaklaşılması beklenir. Ancak sistem krizinin yarattığı kazanma hırsı veya kaybetme korkusu(!), gerilimi tabana yayarak daha da derinleştirmeyi, bu yolla da siyaseten kazançlı çıkmayı önceleyen bir anlayışı hâkim kılıyor. Acıya suçlu ve sorumlu tayin etmenin ve toplumu buna inandırmanın kazancı, acıyı paylaşma ve yatıştırma sorumluluğunun önüne geçiyor.
Afet yönetiminde başarılı olmanın başlıca şartı “hazırlıklı olmak”. Yani; afet anında olası bir kaosun hızla önüne geçebilecek tedbirlerin önceden alınmış olması ve planlı bir strateji dahilinde hareket edilmesi gerekiyor. Başımıza gelen her felakette hazırlıksız yakalanıyor olmanın nedenlerini anlamaya çalışmalıyız. İsmi “mega projeler” ve “itibar anıtları” ile müsemma bir siyasi iktidarın bu işler için kaynak yaratamadığını düşünemiyorum. Örneğin ülke genelindeki yangınlara müdahalede kullanılabilecek THK envanterine kayıtlı uçakların, 4 milyon dolarlık bir yatırımın yapılmamış olması yüzünden hangarda bekletiliyor olmasının bir açıklaması olmalı. Biraz geriye gidelim. 2019 yılının Ekim ayında THK’ye kayyum heyeti atanıyor. O dönemde de olası yangınlarda bakanlığın THK ile çalışmıyor olması, bugün olduğu gibi eleştiri konusu. Cumhurbaşkanı tarafından o günlerde yapılan açıklama aynen şöyle:
“Şu anda bir olay daha çıktı ortaya; Türk Hava Kurumu (THK) meselesi. Türk Hava Kurumu’nun arkasında kim var? CHP’li milletvekili. Onun arkasında CHP. Bunu savunuyorlar ve ‘Bakanlık neden Türk Hava Kurumu ile çalışmıyor?’ diyorlar. Yahu bu adam zaten mezarlığa dönüştürmüş Türk Hava Kurumu’nu. Oradaki uçakların motorları, pervaneleri yok. Yani rezillik diz boyu. Şimdi büyük ihtimalle şurada birkaç gün içerisinde orayı da masaya yatıracağız. Yani bu Türk Hava Kurumu ile bir yere varamayız.”
Bu açıklama yapılmadan hemen önce kurumun başına kayyum olarak atanan “sabık Bakan” Cenap Aşçı’nın halen görevinin başında olduğunu ve 4 milyon dolarlık yatırımın yapılmamış olması sebebiyle uçakların hangarda yatırıldığı bilgisinin bizzat Cenap Bey’in ağzından çıktığını unutmayalım. Böylece ballı maaşlar alan atanmışların da ne kadar büyük bir görev aşkı ve sorumluluk bilinci(!) ile çalıştıkları hakkında fikir sahibi olabiliriz.
Bir yönetim zafiyeti olduğu besbelli. Afet bölgesinde kurulan kriz masalarının çevresinde inci gibi dizilen ve “Devlet Erkanı”nı temsil eden bakanların açıklamalarının satır aralarına şöyle bir baktığımızda, sorunun kaynağının ne olduğunu anlayabiliyoruz. Bakın, Sayın Bakan Bekir Pakdemirli ne diyor; “Yangın söndürme uçağı yok. Cumhurbaşkanımız emir verdi, alacağız inşallah.” İnsan hayatını, kent dokusunu, doğal zenginlikleri korumaya yönelik yatırımların Cumhurbaşkanı’nın iki dudağının arasında olduğunu düşünmek istemiyorum. Yani bir liyakat sorunu olduğu ve Sayın Bakan’ın “Ulu emre itaat” adabı ile ettiği sözün, yerini tahkim etme gayretinin bir ürünü olduğu açık. Tüm kabine mensuplarının, bürokratların ve danışmanların aynı durumda olduklarını, muhtelif konularda yaptıkları açıklamaların bir yerine “Cumhurbaşkanı’nın emrini, isteğini vs.” sıkıştırmalarından anlayabiliyoruz. Bu açıklamalar “koşulsuz itaat beyanı” olarak algılanabileceği gibi, “kabahat isnadı” manasına da gelebilir. Artık onu da kurduğu sistemin mutlak sorumlusu olan Cumhurbaşkanımız düşünsün. Tayyip Erdoğan’ın, bilgisi dışında adım atılmasına tahammülü olmayan liderlik özelliklerinin ve bu minvalde kurduğu yeni sistemin sonuçlarını yaşıyoruz. Bugün için sadece sözde kalan “güçlü ülke” olgusunun, liyakat sahibi kişilerce yönetilen “güçlü kurumlar” ile mümkün olabileceğinin ve kurumları nepotizme hapsetmenin nasıl bir acze sebep olduğunun, ağır bedeller ödeyen toplum nezdinde de anlaşılmaya başlandığını düşünüyorum.
İçimizi titreten yardımlaşma ve dayanışma ruhunun ayakta kalmasını, - ruh köklerimizin sağlamlığı yanında - iletişimin gücüne, bunu da siyasi iktidarın bir tehlike olarak gördüğü ve kanuni düzenlemeler ile iğdiş etmeye çalıştığı sosyal medya platformlarının ve bağımsız medyanın sağladığı iletişim imkânlarına borçluyuz. Yandaş medya organlarında kalem oynatan yazarların bu mecralara dair hazımsızlıkları da haklılığımızın bir göstergesi. Bugün “Kral çıplak!” diyebiliyor ve bunu toplumsallaştırabiliyorsak, yangın yerine dönmüş hayatımızda halen nefes alabiliyorsak sahip olduğumuz bu imkânın kıymetini bilmek ve buna sahip çıkmak “kutsal vazifemiz” olmalıdır.