Menekşe Tokyay
Ah Avrupa’nın O “Muhteşem” Çifte Standartları!
Ukrayna mülteci kriziyle birlikte Avrupa, hem cömertliğini ve insani değerlerini uluslararası topluma kanıtlamış olacak hem de mültecilerin korunma rejiminin ne kadar tutarlı, etkin ve kapsayıcı şekilde uygulandığına dair bir referans oluşturacaktır. Ukrayna krizi, bir anlamda Avrupa’nın mülteci konusuna dair tavrının bir turnusol kâğıdı, bir paradigma değişiminin sınanması olacak.
“Ben askeri tesis değilim. Ben tehdit değilim. Ben hedef değilim. Ben insanım. Peki sen kimsin?”
Ukrayna topraklarına yönelik olarak, Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nı ihlal eden ve herhangi bir uluslararası hukuk ilkesiyle meşrulaştırılması mümkün olmayan Rus işgalinin ardından halkın içinden yükselen vicdan çağrılarından biri beni derinden yaraladı.
BM’nin son rakamlarına göre, Ukrayna’dan kaçanların sayısı 2,5 milyona yaklaştı ve Avrupa Birliği (AB) tarafından geçici koruma statüsü çerçevesinde değerlendirilecekler. Her altı ayda bir gözden geçirilecek şekilde en fazla üç yıllık bir süre için Ukrayna’dan gelenlere bu statü tanınacak; oturma izni alabilecekler, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanacaklar, çalışma hakları da olacak.
Uzmanlara göre 1990’lardan bu yana Avrupa’nın yaşadığı en büyük insani krizle karşı karşıyayız. Avrupa’nın farklı ülkelerine 5 milyona yakın Ukraynalının sığınabileceği tahmin ediliyor.
Mülteci Hiyerarşisi
Avrupa ülkelerinin bu çaresiz insanları kabul etme süreçlerinde takındıkları söylem ve izledikleri yönteme bakılırsa mülteciler arasında bir hiyerarşiye çoktan gidilmiş durumda. Oysa insanca yaşamak herkesin hakkıydı.
“Bunlar Iraklı, Suriyeli değil; bizim gibi beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı insanlar ve onlar ölüyor” diyen Bulgaristan başbakanından tutun, “Burası Irak ya da Afganistan değil… Bu nispeten medeni Avrupa şehri” diyen analistlere, bir nevi “Aryan ırk” iması taşıyan fiziki özelliklere dair güzellemelere, Ukraynalı mültecilerin Avrupalı ve Hıristiyan oldukları, Instagram kullanıp Netflix izledikleri, bu yüzden de medeni olarak kabul edilmeleri gerektiğine dair şoke edici değerlendirmelere dek…
Çünkü savaş ve mültecilik, bazı topraklara yakışırken bazılarına yakışmıyordu. Biz ve öteki ayrımı kültürel ve fiziksel özellikler üzerinden yapılıyordu. Bilim ve teknoloji son hızla gelişirken, Mars’ın havasını insanların soluması için uygun hale getirecek oksijen jeneratörleri üzerinde çalışılırken, yapay zekâ destekli teknolojiler hayatımızın her alanına dahil olurken, uygarlığın temel bileşenlerini ıskalamaya, ötekileştirme söylemi üzerinden üstenci ve kibirli bir fanus inşa etmeye devam ediyoruz. Oysa, büyük Fransız yazar ve kadın felsefeci Simone de Beauvoir’nın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözünü dönüştürürsek, aslında “Mülteci doğulmaz, mülteci olunurdu.”
Bir zamanlar Türkiye de komşusu Suriye’den gelen binlerce mülteciye Geçici Koruma Statüsü vermiş, Avrupa ülkeleri ise bu sığınmacıların deniz ve kara yoluyla kendi topraklarına ulaşmasından duydukları kaygıları dillendirerek en sonunda 2016 yılında Türkiye ile kapsamlı bir geri kabul anlaşması yapmışlardı. 2015 yılından bu yana Yunanistan ve Balkan ülkeleri üzerinden Avrupa’ya yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteci ulaştı.
Henüz mülteci kavramının ‘kara kaşlı, kara gözlü’ çerçevede olduğu bir konjonktürde, Türkiye’nin plansız ancak yine de ahlaki bir sorumlulukla yürüttüğü bu süreç, o dönemde Avrupalı siyasetçiler ve medyanın eleştiri oklarını üzerine çekmişti.
2015 yılı Eylül ayında Macaristan-Sırbistan sınırından geçmeye çalışan bir mülteci babaya çelme takarak kucağında taşıdığı küçük çocuğuyla birlikte düşmelerine neden olan ve bir diğer mülteciyi de tekmeleyen Macar kameramanı unuttuk mu? Peki kendisinin şu anda akın akın gelen Ukraynalı sığınmacılara yönelik tavrında bir değişiklik olmuş mudur dersiniz?
Şimdilerde Avrupa’dan gelen her mülteciye Macaristan’daki dostları tarafından kucak açılacağını söyleyen Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın, Avrupalı olmayan mültecileri “Müslüman ülkelerden gelen işgalciler” olarak nitelendirdiği, Macaristan’ın “kültürel ve etnik homojenliğini korumak” adına farklı din ve kültürlerden mültecileri kabul etmemesi gerektiğini savunduğu günleri unuttuk mu?
Tüm bunlara karşın, örneğin Avrupa Adalet Divanı 2020 yılında aldığı bir kararla, Macaristan’ın Sırbistan sınırındaki geçiş bölgelerindeki sığınmacıları keyfi şekilde tutuklamasını yasalara aykırı bulmuştu.
Benzer şekilde, şu anda on binlerce Ukraynalı mülteciye kucak açan Çekya’nın devlet başkanı Milos Zeman, 2015 yılında mülteci krizi zirve noktalarından birine ulaştığında, Avrupa’ya olan mülteci akınını “organize işgal hareketi” olarak adlandırmıştı.
Peki ya birkaç hafta önce Belarus sınırında duvar inşa etmeye başlayan Polonya’nın Minsk üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Suriyelilere, Iraklılara, Afganlara yönelik tutumu aynı mıdır? Ukrayna’daki savaştan kaçan mültecileri pasaporta gerek kalmaksızın kabul edeceklerini açıklayan Slovakya ve Polonya’daki bu zihniyet değişimini neye bağlamak gerekir?
Ayvalık’tan botlara binip Midilli’ye ulaşmak isteyen mültecilerin botlarını patlatarak geri gönderen Yunan sınır koruma muhafızları, aynı muameleyi Ukraynalılara yaparlar mıydı?
Sıkı bir göç politikasını yıllardır Suriyeli ve Afgan mültecilere uygulamakta olan ve “mülteci” kelimesini duyunca alerjisi tutan Danimarka hükümeti, Polonya ve Romanya’ya doğru artan düzeydeki “medeni” Ukraynalı mülteci akınında, sorumluluk üstlenerek kabul edebileceği Ukraynalı sayısı konusunda “herhangi bir sınır” koymayacağını açıkladı.
Aynı Danimarka hükümeti, hepi topu 35 bin Suriyeliye ev sahipliği yapmasına karşın, geçtiğimiz sene 189 Suriyeli mültecinin oturma izinlerini iptal etmiş, artık korunma ihtiyaçlarının kalmadığını kendilerine tebliğ etmiş, böylelikle iç savaş devam etmesine rağmen topraklarındaki bir grup mültecinin oturma iznini iptal eden ilk Avrupa ülkesi olmuştu.
Kendisinden olmayan herkese karşı ötekileştirici söylemleriyle tanınan ve ülkesindeki her bir sorunun kaynağında mülteci parmağı arayan Fransız aşırı sağının önde gelen isimlerinden Marine Le Pen ise, Ukraynalı mültecilere Cenevre Sözleşmesi, 1951 Birleşmiş Milletler Mülteci Sözleşmesi ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin 1967 Protokolü’nün uygulanması gerektiğini belirtti. Buna göre mülteci, eğer yaşamını tehdit eden bir durum varsa, geldiği ülkeye geri dönmemeliydi.
Oysa, komşu AB ülkelerine Ukrayna’dan girmek isteyen Afrikalı ve Asyalı sığınmacıların engellendiği, böylesi bir insani kriz ortamında bile kimilerine kapalı kapı politikası uygulandığı, tahliye edildikleri “umut trenlerine” alınmadıkları, komşu ülkelere geçerken sınırda Ukraynalı muhafızlar tarafından durduruldukları da ciddiye alınması gereken vakalar ve iddialar…
Iraklılar, Suriyeliler ve Afganlar canlarını kurtarmak ve insanca bir yaşam sürmek için Avrupa’ya kaçtıklarında, kıtanın ulusal güvenliği ve kimliğinin önünde ivedi bir tehdit olarak görülürken, Ukraynalılar sıcak içecekler, sandviçler ve güler yüzle karşılandılar. Oysa onları karşılayan sınır muhafızları daha birkaç ay önce, Taliban’dan kaçan Afganları aynı sınırda sopayla kovalıyor, sınırdaki ormanlarda ölüme terk ediyordu.
Peki, belki de her defasında Ataol Behramoğlu’nun “Yaşamak görevdir yangın yerinde/ Yaşamak insan kalarak” dizelerinde hayat bulan mülteci meselesine bundan sonra artık benzer bir yanıt verilir mi? Yalnızlaşan Rusya’ya karşılık dünyadaki çatışma alanlarından kaçan mülteciler de yalnızlaşır mı, yoksa ortaklaştırılır mı? Dünyada yeni kutuplar üzerinden siyaset biçimlenirken, mültecilik politikasında da kırılmalar yaşanır ve bu konu da kutuplaştırılır mı?
Ukrayna Krizi: Avrupa’nın Turnusol Kâğıdı
Krize kısa vadeli tepkilerin ötesinde, uzun vadeli bir stratejik planlama, ortak stratejik öngörüler ve mülteci politikasına dair siyasi stratejilerin üye ülkeler arasında uyumlaştırılacağı bir noktaya gelir miyiz?
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “Ukrayna’daki şiddetten kaçan herkesin uyruğuna, etnik kökenine veya derisinin rengine bakılmaksızın AB’ye erişimine izin verilmelidir” sözlerinin önümüzdeki dönemde savaştan kaçan diğer sığınmacılara da ‘ama’sız, ‘fakat’sız uygulanıp uygulanmayacağını test edeceğiz. Ukrayna krizi, bir anlamda Avrupa’nın mülteci konusuna dair tavrının bir turnusol kâğıdı, bir paradigma değişiminin sınanması olacak.
Avrupa’nın göç ve iltica politikalarının ırk, din ve menşe ülkeyle bağlantılı olarak şekillenip şekillenmeyeceği, önümüzdeki dönemde tasarlanacak tutarlı ve standart modellere bağlı olacak. Belki de AB’nin ilgili politikalarında böylesi krizlerde yeknesak, hızlı, kolektif ve tutarlı yanıtlar verilmesi için yasal bir reforma gidilecek.
Aslında Ukrayna’daki çatışmanın tetiklediği mülteci kriziyle birlikte uluslararası mülteci koruma rejiminin nasıl çalışması gerektiğini görmüş olduk. Bugün Ukraynalı mültecilere AB ülkeleri arasında 90 gün vizesiz seyahat hakkını ve diğer AB ülkelerindeki aile fertleriyle buluşabilmeleri için ülkeler-arası gitmelerine engel konulmamasını konuşuyorsak, zaten insan hakları bunu gerektirdiğinden dolayı konuşuyoruz.
Ülkelerin savaş ve sıcak çatışma bölgelerinden kaçanlar için sınırlarını açık tutmaları, gereksiz kimlik ve güvenlik denetimlerine gitmemeleri ve yetersiz belgelerle gelen mültecileri 18 aya kadar tutuklamamaları veya geri itme politikaları uygulamamaları, mültecilerin aile birleşmelerini kolaylaştırmaları gerekiyor.
Bu açıdan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in yazdığı bir tweet’te, Ukrayna’nın komşularının sığınmacılara gösterdiği dayanışma, cömertlik ve şefkatten dolayı müteşekkir olduğunu, ancak bu dayanışmanın ırk, din veya etnisite temelli bir ayrımcılık yapılmaksızın gerçekleştirilmesi gerektiğini söylemesi, BM Mülteciler Yüksek Komiseri’nin de sığınmacıları kabul eden ülkelerin bu kişilerin milliyeti ve ırkından bağımsız olarak hepsine kucak açmaları gerektiğini ifade etmesi oldukça anlamlı.
Ukrayna mülteci kriziyle birlikte Avrupa, hem cömertliğini ve insani değerlerini uluslararası topluma kanıtlamış olacak hem de mültecilerin korunma rejiminin ne kadar tutarlı, etkin ve kapsayıcı şekilde uygulandığına dair bir referans oluşturacaktır. Burada kritik olan nokta, Avrupa halklarının ırk, dil, din, etnisite temelli önyargılarından arınıp yasalar ve uluslararası sözleşmeler temelli bir bakış açısını mı edinecekleri, yoksa kucak açtığı insanlar arasında da bir hiyerarşi ve ötekileştirme mi uygulayacağıdır.
Brad Pitt ve Cate Blanchett’in başrollerinde olduğu ve ülkemizde 2009 yılında vizyona giren Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi adlı filmde çok sevdiğim bir replik vardır: “Hayatlarımızı bazen yakaladığımız fırsatlar belirler. Bazen de kaçırdığımız.”
“Ukrayna krizi, bu açıdan, AB’nin mülteci politikasını enine boyuna düşünüp yeniden tasarlaması; daha insancıl, daha adil, daha kapsayıcı ve daha sürdürülebilir hale getirmek üzere önlemler alması için bir fırsattır. Çifte standartların sürdürülmesi ve mülteci politikasında vaka temelli adımlar atılması ise bu fırsatın kaçırılması anlamına gelir. Belki de tüm bu süreç AB’nin “umut treni”dir…