Bahattin Yücel
Abdülhamid ve Yeni Türkiye
AKP ile İYİ Parti Genel Başkanı arasındaki tartışma, 34.Osmanlı Padişahının adını yeniden gündeme getirdi. Aslında adı üzerinden siyasetin kurgulanması girişimleri yeni değildir. Tahttan uzaklaştırıldığı günden bu yana sürekli tartışılan biri isimdir; Abdülhamid.
Cumhuriyetin 100. yılı yaklaşırken, ülkemizdeki bazı siyasetçilerin geçmişi yorumlama anlayışlarını göstermesi bir yana yakın tarihimize ilişkin cehalet ölçüsüne varan bilgisizliğin de göstergesi haline gelmesi düşündürücü. İslamcı çevrelerin deyişleriyle, Sultan Hamid’i kendisinden önce tahta çıkan padişahlardan ayıran, onu olağanüstü başarılı kılacak üstün nitelikleri yoktu. Dünyadaki gelişmeleri doğru tahlil ederek, önderlik üstelenecek kadar geniş bir vizyon sahibi de değildi. Önceki iki padişahtan daha uzun süreyle 33 yıl hüküm sürdü o kadar.
Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde çoğu Hanedan mensupları için yaptırılan, görkemli bina ve saraylara harcanan vadesi geçmiş borçların, Banker Rothshild’in istekleri doğrultusunda kabul edilmesi, İmparatorluğun mali egemenliğinin yabancılara devredilerek yeniden yapılandırılması ne denli başarı sayılabilir? Lozan’da
kabul edilen Osmanlı’dan kalan borçların Cumhuriyet hükumetlerince ödenmesi ancak 1954 yılında sonlandı.
Abdülhamid’i Hanedanın son döneminde tahta çıkan üyelerinden ayıran en önemli özelliği II. Mahmud ile yarı resmi hale gelen Sünni-İslam anlayışını, ideolojik bir araç gibi değerlendirerek öncelemesidir. Abdülhamid’in günümüzde Türk siyasetine egemen olan Türk-İslam sentezinin siyasal temellerini attığı söylenebilir.
Güçlü Avrupa devletlerinin Osmanlı egemenliği altındaki topraklardan başlayarak, -uzak coğrafyalar dahil- dünyanın doğal kaynaklarını ve pazar paylaşımını olanca hızıyla sürdürdükleri süreçte, Padişahın izlediği politikanın başarılarından söz edilmesi hayli güç.
Abdülhamid’inn dış politikada çizdiği rota, 16. yüzyıl boyunca Balkanlar’da oluşturulan, İmparatorluğun ağırlık merkezinin terk edilişi ve Ortadoğu’ya doğru geri çekilmesi anlamına gelir.
Özellikle sanayileşme sürecinde ihtiyaç duyulan enerji kaynakları arasında, hızla ilk sıraya yükselen petrol ve Uzak Doğu ile Avrupa Kıtası arasındaki deniz yollarının kavşak noktası kendi topraklarındayken, bu iki konu üzerinde yoğunlaştığını gösteren hiçbir kanıt yoktur.
Süreç içinde Fransa, Almanya ve Rusya’nın dışında bu bölgeye özel önem veren bir ülke daha vardı; İngiltere. Abdülhamid dış politikadaki tercihini bu ülkeden yana kullandı. Ülkesinin topraklarını elden çıkarmaya gönüllü değildi. Kuşkusuz güçsüzlüğünün de bilincindeydi.
Ancak uyguladığı dış politikanın, İmparatorlukların tasfiye edildikleri çağda, aralarında Eflak-Boğdan, Bulgaristan, Karadağ ve Kıbrıs’ın yer aldıkları 1,6 milyon kilometrekare toprağın elden çıkmasını önlemeye yetmediği gerçeği de unutulmamalı.
Geniş toprak kayıplarına karşın Abdülhamid Batı’da Bosna’dan Yemen’e kadar uzanan büyük bir coğrafyada iktidarını sürdürüyordu. İngiltere’nin bölgedeki ve Kafkaslardaki petrole ilgisi sır değildi. Ve en az petrol kadar bir su yolu da çok önemliydi; Süveyş. Abdülhamid petrol ve Süveyş konularındaki gelişmeler karşısında seyirci olmayı seçmek zorunda kaldı.
Abdülhamid’in Kuzey Afrika’da eski egemenlik alanı ile ilgisini sürdürmek istediğine de kuşku yok. Bölge için inanç temelinde kurguladığı, yeni bir siyasal çizgiyi denedi. Kuzey Afrika kökenli eski bir tarikat olan “Şazili” ya da “Şazeli” tarikatına bağlandı. Bu tarikatın müridi oldu. Kuzey Afrika çıkışlı “Şazeliye”nin kolu olan “Medeniyye” tarikatının şeyhi “Zafir’e”, İstanbul Beşiktaş’ta günümüzdeki adıyla Barbaros Bulvarı üzerinde bulunan, “Yıldız Sarayına” komşu iki bina bağışladı. Asıl amacının Osmanlı Bahriyesinin denetiminden çıkan, Kuzey Afrikalı Müslümanlar üzerindeki etkisini sürdürmek olduğuna kuşku yok.
Yıldız Camisi’ne -daha sonra Hamidiye adını alan- Cuma selamlığına gittiği zamanlar, namazın ardından Zafir ile zikir yaptıkları biliniyor. Bu sırada büyük olasılıkla Bölgeye ilişkin fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Padişah bu ilişkiyi çok önemsiyor olmalıydı. Zafir’in 1903 yılındaki ölümünün ardından, Yıldız Camisi haziresine gömülmesini istedi.
Abdülhamid’in ölümün ardından, uzun yıllar boyunca uyuyan bu tarikatın, Sünniler ile Şia arasındaki ayrılıkları gidermeyi amaçlayan bir misyonla yeniden güncellenmesi, yüzyıl sonra BOP adı verilen proje nedeniyle yeniden gündeme geldi.
İskoç kökenli “Ian Dallas” Abdülkadir es Sufi adıyla tarikatı ABD’de yeniden faaliyete geçirdi. Son dönemde Ortadoğu’da “Şia Yayı” ve ona karşı bir “Sünni Hilali” yapılanmasında bu tarikattan yararlanılmak istendiği, bölgedeki siyasal gelişmelere bakıldığında daha iyi anlaşılıyor.
Doğrusu 33 yıl boyunca Batılı ülkeler arasındaki dengeleri gözetmek dışında inisiyatif alamayan bir padişahın, saltanat döneminde bu tür idare-i maslahatçı politikalara dayalı gelişmelerin yaşanmasında hiçbir şaşırtıcı yan yok.
AKP’nin Abdülhamid’i sahiplenmesinin nedenlerini ise BOP ile başlatılan, yeni demografik planlama ve siyasal coğrafya değişikliklerinde aramak daha gerçekçi olacağa benziyor.
Türkiye’nin uzun süredir dış politikasını İngiltere ve ABD çizgisine destek veren, Sünni-İslam anlayışıyla sürdürmeye çalıştığını da unutmamalıyız. AKP’nin Abdülhamid’i başarılı bir padişah nitelemesiyle, referans vermesi bu yüzden olabilir.
Abdülhamid adını gündeme taşımak, iç kamuoyunu etkilemek amaçlı, ABD ve Batıya karşı diplomatik kartlarını kullanmış ama beklediği sonuçları elde edememiş AKP iktidarına, umdukları desteği sağlar mı, bilinmiyor?