Rosetta Taşı/Jean-François Champollion

Herhangi bir antik yazıyı çözümlerken yapılacak ilk iş yazının yönünü saptamaktır. Günümüzde Latin, Kiril ya da Yunan alfabesiyle soldan sağa yazılıyor ancak Arapça ve İbranice sağdan sola, Asya dilleri de çoğunlukla yukarıdan aşağı yazılır ve okunur. Hiyeroglif yazıdaysa durum daha da karışıktır, bu yazı hem soldan sağa, hem sağdan sola hem de yukarıdan aşağıya yazılabilmektedir!

Jean-François Champollion 1790’da, Napoleon’un Mısır Seferi’nden sekiz yıl önce, Doğu Fransa’daki Figeac adlı küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yedi kardeşin en küçüğüdür. Onları uzun süreler boyunca terk eden annesi ve çocuklarıyla ilgilenmektense içki içmeyi yeğleyen babası yüzünden,  ondan on iki yaş büyük erkek kardeşi Jacques-Joseph tarafından yetiştirilir Jean-François.

Jean-François on yaşlarına geldiğinde, o sıralar ithalat işiyle uğraşan ve iyi kazanan ağabeyi tarafından Grenoble yakınlarındaki seçkin bir yatılı okula gönderilir. Burada Jean-François’nın dile yeteneği ortaya çıkar; diğer derslerde vasat hatta kötü bir öğrenciyken dil konusunda olağanüstü başarılıdır, okulda ders olarak verilen ve kolaylıkla çözdüğü Eski Yunanca ve Latince’nin ardından kendi kendine İbranice ve Koptça(1) öğrenmeye başlar.

[Jean-François daha küçükken, eski uygarlıklara ve dillere kendi de meraklı olan ağabeyi Jacques-Joseph Mısır Seferi’ne katılmak istemiş fakat askere alınmamıştır. Küçük Jean-François Mısır adını ilk kez o zaman duyar;  zaten göz akının doğuştan sarıya çalması, diğer kardeşlerinden çok daha koyu ten rengi ve doğuya özgü yüz hatları nedeniyle “Mısırlı” lakabıyla çağrılan küçük çocuğun bu egzotik ülkeye tutkusu ilk o gün başlamıştır.]

Fourier

Aynı yıl Jean-François, Jean Baptiste Joseph Fourier’le tanışır. Kendi adını taşıyan matematik dizileri ve çözümlemeleri bugün bile mühendislik fakültelerinde öğretilen Fourier, Mısır Seferi’ne Napoleon’la birlikte ve kalabalık bilim heyetinin  başı olarak katılmıştır. Fransa’ya dönüşte Isere bölge valisi olarak atanan ve Grenoble'a yerleşen Fourier,  Jean-François’nın okuluna yaptığı bir ziyarette onunla Doğu dilleri konusunda yaptığı bir tartışmadan çok hoşlanır ve bu ilginç çocuğu evine davet eder. Fourier, Mısır koleksiyonunu ona gösterdiğinde esmer oğlan gördüğü papirüs parçalarına ve taş levhalara kazınmış hiyerogliflere büyülenmiş gibi bakakalır. "Bunlar okunabilir mi?" diye sorar, Fourier de “Hayır” anlamında başını sallar. Jean-François, "Ben bunları okuyacağım!" der büyük bir kendine güvenle, "Birkaç yılda okuyacağım bunları! Hele bir büyüyeyim de!"

Jean-François on iki yaşındayken “Ünlü Köpeklerin Tarihi” gibi garip konulu ilk kitabını yazar (köpeklere çok düşkündür) ve o güne dek yapılmış kronoloji cetvellerini beğenmediği için kendi bir tane tasarlar: "Adem'den Genç Champollion'a Kadar Kronoloji".

On üç yaşında kendi kendine Arapça, Süryanice ve Keldanice öğrenmeye başlar, ama sonra Koptça üstüne yoğunlaşır; hatta Koptçayla ilişkisi var mıdır diye Eski Çince ile ilgilenir bir ara; bu dillerde yazılmış Zend, Pehlevi ve Parsi metin örneklerini inceler (Fourier'nin yardımıyla, Mısır’dan Fransa’ya taşınmış belgelere erişebilmektedir). Okuduğu her şeyi büyük bir susuzlukla içen genç delikanlı, 1807 yazında,  henüz on yedi yaşındayken, Eski Mısır'ın ilk haritasını hazırlar.

[Bu girişimin ataklığını anlamak için o zamanlar Tevrat'ın bazı bölümlerinden, -çoğu eksik- Latince, Arapça, İbranice metinlerden ve Koptça ile karşılaştırmalardan başka bir kaynak bulunmadığını göz önünde tutmak gerekir.  Koptça, 17. yüzyıla dek Yukarı Mısır'da konuşulması nedeniyle Eski Mısır diline bir köprü gibi görünmektedir ve Jean-François’nın Koptçayı öğrenmesi de aynı nedenledir (Koptçaya o denli kaptırır ki kendini, rüyalarını bile Koptça gördüğünü söyler çevresindekilere).]

Champollion, üniversite eğitimi için Paris’e gitmeyi aklına koymuştur ancak gitmeden önce Grenoble Akademisi üyelerine, üstünde çalıştığı yeni kitabının taslağını sunar: “Kambyses’in Fethinden Önce Mısır’ın Coğrafi Tasviri”.  Yazdıkları o denli sağlam kurgulanmış, ayrıntılı ve derinliklidir ki, Champollion’un huzurlarında tezini savunduğu Akademi üyeleri, on yedi yaşındaki genci öğretim üyesi olarak Akademi’ye davet ederlerse de o, eski dilleri araştırma konusunda önüne çok daha zengin olanaklar seren Paris’e gitmeye kararlıdır.

Paris

Champollion 1807den 1809’a kadar Paris’te, Doğu dillerinin ve araştırmalarının en yetkin akademisyenlerinden olan Silvestre de Sacy’nin yanında eğitim görür ve araştırmalarına devam eder. Göz alıcı Paris'te, şeytana uymadan tüm zamanını kütüphanelerde geçirmektedir. Sanskritçeyi ve Farsçayı öğrenir. Arapçanın ruhuna öyle varmıştır ki sesi bile değişir,  hatta bir toplantıda bir Arap onu kendilerinden biri sanır ve önünde eğilerek “temenna”ya(2) girişir. Mısır konusundaki bilgisi o denli engindir ki, zamanın ünlü Afrika gezgini Samini de Manencourt onunla tanışmasından sonra, "Konuştuğumuz ülkeleri benim kadar iyi tanıyor! " der şaşkınlıkla.

Champollion’un hocası Silvestre de Sacy, Rosetta Taşı’nın gizemini çözme sevdasına ilk kapılanlar arasındadır ancak yoğun çabalarına karşın bu bilinmeyen yazıyı ve dili çözme konusunda hiçbir ilerleme gösterememiştir. Buna karşın Champollion, Rosetta’nın İngiltere’den yeni gelmiş bir kalıbıyla karşılaşır karşılaşmaz, elindeki papirüslerle karşılaştırarak hemen birkaç hiyeroglifin anlamını bulmayı başarır. Genç delikanlı, on sekiz yaşının heyecanıyla Rosetta’yı kısa sürede çözebileceğini sansa da bu iş düşündüğü kadar kolay olmayacaktır.

Üç Dil Üç Alfabe

Şimdi belki Rosetta Taşı’nda gördüğümüz alfabe ve dillerden söz etmek gerekir. Rosetta, biri dili ve alfabesi Eski Yunanca, biri Kopt dilinde ve “Demotik(3)” alfabeyle, diğeri - Koptçaya yakın- Eski Mısır dilinde ve hiyeroglifle yazılmış üç eş metinden oluşur; yani elimizde dili ve alfabesi bilinen, dili bilinen ama alfabesi bilinmeyen ve hem dili hem alfabesi bilinmeyen üç metin var. Nasılsa Eski Yunanca biliniyor, diğerlerini çözmek çocuk oyuncağı gibi düşünebilirsiniz ancak bu yazı sistemlerinin çok farklı karakterde olması ve üstelik farklı dönemlere özgü nitelikler taşıması yüzünden Rosetta Taşı’nın çözülmesi için iğneyle kuyu kazılması gerekmiştir.

Herhangi bir antik yazıyı çözümlerken yapılacak ilk iş yazının yönünü saptamaktır. Günümüzde Latin, Kiril ya da Yunan alfabesiyle soldan sağa yazılıyor ancak Arapça ve İbranice sağdan sola(4), Asya dilleri de çoğunlukla yukarıdan aşağı yazılır ve okunur. Hiyeroglif yazıdaysa durum daha da karışıktır, bu yazı hem soldan sağa, hem sağdan sola hem de yukarıdan aşağıya yazılabilmektedir!

[Neyse ki Eski Mısırlılar yazının okuma yönü konusunda bir ipucu bırakmışlardır. Hiyeroglif yazısı her yöne yazılabilse de, insan, kuş, balık gibi figürlerin yüzü her zaman yazının okunmaya başlanacağı yöne dönük olarak resmedilir, yani bir insan figürü sola dönükse okumaya soldan sağa, yukarıya dönükse yukarıdan aşağı doğru okumak gerektir.]

Belki şimdi, Eski Mısır yazısının gelişimi ve evrimi konusunda örnek vermenin tam zamanı. Daha anlaşılır olması için Eski Mısırlıların Türkçe konuştuğunu varsayacak ve örnekleri ona göre vereceğim.

Elimizde iki hiyeroglif olduğunu düşünelim, bunlardan   “Kuş”,  ise “Ak (beyaz)”  anlamına gelsin.

 : Ak Kuş (I. Evre)

Hiyeroglif yazının ilk dönemine aittir, figürler doğrudan bir nesne ya da kavramı anlatır.

  : Kuşak (II. Evre)

Bu dönemde, figürler benzedikleri nesne ya da kavramları temsil etmek yerine fonetik değer taşırlar ve -hecelerdeki gibi- seslerin bir araya getirilmesiyle sözcükler oluşturulur. Örneğin başlangıçta “kuş”un kendisini temsil eden figür, sonradan “kuş” hecesine dönüşür ve “kuşak(bele sarılan kumaş)”, “kuşatma”, “kuşku” gibi kuşla ilgisi olmayan sözcüklerdeki “kuş” hecesini yerine geçer.

A K (III. Evre)

Yazının bu aşaması, figürlerin artık harflere dönüştüğü döneme işaret eder ki günümüzde de bunları kullanmaktayız. Burada “ak” hecesi “A” harfine, “kuş” hecesiyse “K” harfine dönüşmüştür.

İşin kötüsü, Rosetta Taşı’ndaki metinlerde bu üç evreye de ait figürler bulunur. Bir figürün hangi nesneyi, heceyi ya da harfi temsil ettiği bilinmezken bir de yazılarda sesli harflerin kullanılmaması, durumu daha da çözülmez hale getirir. Örneğin metinde “KNK” okunsa bile bunun “KONAK” mı “KONUK” mu yoksa “KÜNK” mü olduğu ancak tümce içindeki anlam bütünlüğünden çıkarılabilir.

[Verdiğim varsayımsal örnekte “ak” hecesinin “A” harfine dönüştüğünü söylemiş olsam da bu yalnızca daha iyi bir örnek verebilmek için; eski Arapça, İbranice, Keldanice ve Süryanice gibi Semitik dillerin alfabelerinde sesli harfler bulunmaz; günümüzdeki Arapça ve İbranicede, -bazı- sesliler bugün bile yazılmaz.]

Burada alfabenin gitgide daha kısa ve daha kolay öğrenilir olma yönünde evrildiğine dikkatinizi çekerim. Figürlerin nesne ve kavramları temsil ettiği ilk aşamada okuyabilmek için binlerce figürün anlamını bilmek gerekirken, figürlerin heceye dönüştüğü durumda birkaç yüz hece yeterli olmaktadır. Son aşamada hecelerin harflere dönüşmesiyle, bilinmesi gereken figür sayısında dramatik bir düşüş olur ki bugün yirmi ile otuz farklı harfli kullanarak bütün düşüncelerimizi yazıya geçirebiliyoruz.

Rosetta Taşı’nın öyküsünü önümüzdeki hafta bitirelim…

  • Eski Mısır yerlisi olan Koptlar ya da Türkçedeki biçimiyle Kıptilerin konuştuğu dil.
  • Sağ eli aşağı indirip sonra dudağa ve sonra da başa dokundurarak verilen selam.
  • Hiyeroglif yazısı çok karışık olduğu için Mısır’da sıradan halkın kullandığı daha basit alfabe.
  • Eski Türk yazıları da sağdan soladır, örneğin Orhun Anıtı’ndaki yazı böyledir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi