Oğuz Pancar
Tatar Çölü, De Chirico
De Chirico resimlerindeki boş sokakların, kendini değil uzamış gölgelerini gördüğümüz heykellerin benzer duyguları uyandırması nedeniyle herhalde; ikisinde de insanların -ve hatta yapıların- canlılıktan, ruhtan neredeyse yoksun boş birer kabuk, gölge gibi olmalarından
Geçen haftaki yazıda, “The Hustler” filmindeki “Hızlı Eddie” karakterinden yola çıkarak, başarıdan -ve onu izleyecek başarısızlıktan- korkarak farkında olmadan kendini baltalayarak başarısızlığa mahkûm etme durumundan, Yunus Kompleksi’nden söz etmiştik. Bu hafta da isterseniz Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü” romanından yola çıkarak Yunus Kompleksi’yle yakın akraba diğer bir insanlık durumunu konu edinelim.
Sonraki bölümde “Tatar Çölü”nün kısa bir özeti yer alıyor; geçtiğimiz yüzyılın önemli romanları arasında yer alan bu eseri henüz okumamış ama niyetli olanlar özetin sonuna atlayabilir ya da okumayı burada bırakabilir.
Özet
Romanın kahramanı Giovanni Drogo’nun öyküsü, bir eylül sabahı, ilk göreve atandığı yer olan Bastiani Kalesine gitmek üzere kentten ayrılmasıyla başlar. Yıllardır hayalini kurduğu subay üniforması artık üzerindedir ancak aklı bir yandan evde tek başına bıraktığı annesindedir. Sonunda “gerçek” yaşama başlamak üzere olduğu için sevinçli olsa da, içi, nedenini bilmediği bir huzursuzlukla doludur.
Kentin ışıkları, insanları, binaları ve telaşını ardında bırakıp koyulduğu yolun başlangıcında, çocukluk arkadaşı Vesco da atıyla eşlik eder Drogo’ya. Artık şafak sökmüş ve şehir çoktan geride kalmışken Vesco’nun sessiz yol arkadaşlığı da son bulur, vedalaşarak ayrılırlar.
İki gün boyunca at sırtında süren yol, Drogo’nun düşünceleriyle baş başa kaldığı içsel bir yolculuk olur aynı zamanda. Sonra birden ufukta hayal meyal bir karaltı görünce buranın Bastiani Kalesi olduğundan hiç kuşku duymadan atını o yöne doğru dörtnala sürer, sanki yıllardır gidip geldiği, bildiği bir yerdir kale. Yaklaştıkça, varoluşsal düşlerinden sıyrılır ve üniformasının ona yüklediği rolü anımsar; artık bir subaydır ve ilk görevini yapacağı yere varmak üzeredir. Akşam saatlerinde artık kaleye iyice yaklaşmışken, iki yolun kesişim noktasında giydiği üniformadan yüzbaşı olduğu anlaşılan, sonrasında adının Ortiz olduğunu öğreneceği bir subayla karşılaşır.
Kale, zaman dışında kalmış bir mekan gibidir, sanki dışarıda geçen yıllar, yüzyıllar buraya hiç uğramamıştır. Drogo kaleye varır varmaz ilk hissettiği buraya ait olmadığı olur, birden şehir özlemi kaplar içini ve bir an önce geri dönme planları yapmaya başlar.
Kaleye birlikte girdikleri Yüzbaşı Ortiz’le sohbet ederken buradan mümkün olan en kısa sürede ayrılmak isteğini belirtir. Olumlu yanıt alınca şaşırır, daha şaşırtıcı olansa Ortiz’in bu isteği çok doğal karşılamasıdır. Konuşurken bir yandan da kalenin surlarından gördüğü manzarayla adeta büyülenmiştir; tarif edemediği bir merak duygusuyla dört ay kalede kalmaya karar verir. Zaten nakil başvurusunun onaylanması bir zaman alacaktır, bu süreyi dört aya çıkarmakla hiç olmazsa hem görevini kısmen yapmış olacak, hem de bu dingin yerde biraz kendi düşünceleriyle baş başa kalabilecektir. Hem zaten henüz yirmili yaşların en başındadır; önünde, geride bıraktığı şehir hayatının hareketine, eğlencesine katılacağı çok uzun yılları vardır.
Drogo buradaki yaşama şaşırtıcı bir hızla uyum sağlar. Kaledeki her uğraş düzenli ve dakiktir, herkesin görevi bellidir. Onu en çok şaşırtan, hiçliğin ortasında uzanan bu kaledeki askerlerin düşmana karşı bu kadar tetikte ve hazırlıklı olmalarıdır.
İlk nöbetine çıktığında yıllardır burada görev yapan Başçavuş Tronk’la tanışır. Tronk ve diğer nöbetçilerin görev sırasında özellikle çöl yönüne karşı gösterdikleri korkuyla karışık dikkat Drogo’nun merakını daha da arttırır. Anlatırlar, kaledeki herkes kuzeydeki çölden saldıracak düşmanı beklemektedir. Gerçi en son saldırının ne zaman yapıldığını bile herkes unutmuştur ama düşmana güven olmaz, dikkati bir an için olsa bile elden bırakmamak gerekir.
Drogo bir gün yeni bir pelerin diktirmek için kalenin terzisine gider. Terzinin on beş yıldır kalede olmasına rağmen kendisini hâlâ “geçici” olarak gördüğünü yaşlı kalfasından öğrenir. Kalfa, yıllar önce kale komutanı Albay Filimore’un düşmanın mutlaka çölden saldıracağı söylentisini çıkardığını, onun da kapılmamasını söyler Drogo’ya, “On beş yıl teğmenim, on beş lânet olası yıldır burada ve hâlâ o bildik hikâyeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim… Halbuki asla gidemeyecek… O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu ölene değin burada kalacaklar; bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz… İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın!”. Drogo’nun bu sözlere tepkisi yalnızca gülüp geçmek olur.
Drogo dört ayın sonunda bir süre daha kalede kalmaya karar verir. Tatarların -gelecekte olacağı kesin- saldırısı aklını çelmiştir. İnsan savaşı umut eder mi, evet savaş kötüdür, sonuçları yıkıcıdır ama bir subayın zafer kazanabileceği tek yer de savaş meydanıdır; zaten yıllarca o gün için hazırlanmamış mıdır? Hem savaş da çok uzak olmamalıdır, öyle olsa başta Albay Filimore, Yüzbaşı Ortiz, Başçavuş Tronk ve bütün diğer subaylar niye yıllarını burada boş yere harcasınlar? Drogo için giydiği üniformanın hakkını verme fırsatıdır bu, kalede bir süre daha kalması için gereken amacı -ya da bahaneyi- bulmuştur.
Bir sabah çölün ufuk çizgisinde, ne olduğu pek seçilemeyen bir takım karaltılar görülür; yıllardır umutla beklenen düşman olmalıdır bu. Aradan günler geçer, yaklaşan siluetler dürbünle görülecek kadar yaklaştığında artık hiç kuşkuları kalmaz, karşılarındaki grup düşmanın öncü birliğidir.
Acemi erinden Yüzbaşıya, tüm askerler elleri silahlarında kulakları ise savaş emrini verecek Albay Filimore’da, büyük bir heyecanla beklemektedir. Son yirmi yılını ufukta düşmanı gözleyerek geçiren kale komutanı da düşmanın geldiğine emindir ama bu çöl uzun yıllar boyunca onu o kadar çok yanıltmıştır ki artık gözleriyle gördüğünden bile kuşku duymaktadır; ancak toplanma alanında hazır bekleyen subay ve askerlerin önüne çıktığında, duyduğu kuşkudan sıyrılır ve tam savaş emrini vereceği konuşmayı yapmaya hazırlanırken emir eri koşarak gelir ve bir not uzatır. Notta, çölden kaleye doğru yaklaşan kişilerin asker değil, komşu ülkeden sınır tespit çalışması için görevlendirilmiş kadastro memurları olduğu yazmaktadır. Bir kez daha hayal kırıklığına uğrayan Albay Filimore aynı tespit çalışmasını yapmak üzere kaleden bir ekibin de yola çıkması emriyle yetinmek zorunda kalır. Kimsenin ağzını bıçak açmaz; uzun yıllardır ilk kez bu kadar yaklaştıkları savaş hayali sıradan bir kadastro çalışması nedeniyle yerle bir olmuştur.
Sessizliği görev adamı Başçavuş Tronk bozar ve seçtiği askerlere derhal yola çıkmak üzere kalenin kuzey kapısında toplanma emri verir. Seçilen birlik kısa süre sonra kaleden ayrılır ve bu mevsimde karla örtülü çölde kuzeye yönünde ilerlemeye başlar. Ekipte, görev süresi bitmesine karşın gidişini iki dönemdir erteleyen Angustina da vardır. Angustina sefer sırasında soğuktan hastalanır ve yaşama veda eder. Ölümüyle, kaledekiler için savaş kahramanı payesi kazanan, düşmana değilse bile soğuğa karşı savaşırken canını yitiren Angustina hiç unutulmayacaktır bundan sonra.
Dört yılın sonunda izne çıkarak annesini ziyaret eden Drogo, yaşamın onsuz da devam ettiğinin ve şehirdeki her şeye yabancılaştığının farkına varır; yalnızlık ve önemsizlik duygusu canlanır içinde yeniden. Araya giren zaman ve mesafe anne-oğulun ilişkisini de soğutmuştur, annesi bile yabancı gelir ona. Eski sevgilisi Maria’yla arasındaki sıcaklık da çoktan uçup gitmiştir. Daha önce içinde olduğu bu dünyaya çok uzaktır artık. İzne çıkarken kaleden tayin olmak için dilekçe vermeye karar vermiş olmasına karşın, ziyaretinden sonra bundan vaz geçer.
Aradan yıllar geçer, mevsimler birbirini sessizce takip etmiş, on beş yıl geride kalmıştır. Arada bir uzakta beliren gölgelerle kaledekiler heyecanlansa da, gördüklerinin düşman olmadığını anlamaları uzun sürmemektedir.
On beşinci yılın sonunda bir ay izin alan Yüzbaşı Drogo (artık yüzbaşı olmuştur), izninin yarısını kullanıp kaleye geri dönerken, yolda -tıpkı kendisinin yıllar önce Ortiz’le karşılaştığı gibi- genç bir teğmenle karşılaşır ve işte o zaman geride bıraktığı yılların ayırdına varır, artık orta yaşlı bir adamdır.
Aradan yine yıllar geçer. Düşman hâlâ görünmemiştir. Drogo’nun saçlarında griler, yüzünde kırışıklıklar çoğalmıştır. Yine de yaşamındaki güzel şeylerin henüz başlamadığı inancındadır hâlâ. Elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalanır Binbaşı Drogo, zayıflamaya başlar. Tüm o hayallerine artık başka bir umut eklenmiştir, iyileşme. Tam da o günlerde, çok uzun zamandır beklenen gerçekleşir, düşman -bu kez gerçekten- ufukta belirir, ve birkaç gün sonra çevredeki tepelerde savaş pozisyonu almaya başlar.
Tüm kale alarma geçmiştir, içeride çılgın bir koşuşturma ve hazırlık sürmektedir. Drogo sonunda bunca yıllık beklemenin ödülünü alacağını düşünürken, hasta olduğu ve savaşamayacağı gerekçesiyle kaleden zorla gönderilir.
Drogo dönüş yolunda bir handa geceler; artık pencereden görünmeyecek kadar uzakta kalmış kale yönüne -ve kendi geçmişine- dönüp bakar ve içinde beslediği umutların çoktan ölmüş olduğunu fark eder, artık sıra bedenindedir…
Umut ve Beklemek
“Tatar Çölü” her şeyden önce umuda dair bir roman. Benliğinde anlamlandıramadığı “varoluşunu”, çok uzun zamandır görünmeyen -ve belki hayali- bir düşmana bağlayarak bir amaç yaratma ve ona bel bağlama, romanın ana konusu. Beklemek umutla kardeş, insan çok farklı nedenlerle beklemeyi seçebiliyor, kimi zaman niye seçtiğinin bile farkında olmadan. Kendine uzak, zor bir hedef koymak ve ona ulaşana dek -umutla- beklemek kimi zaman, kendini “gerçekleştirmekten”, eyleme geçmekten, kısaca yaşamaktan kaçmanın da bir yolu kimi zaman.
Beklemek, tüm yaşamın bir tekrardan ibaret olması aynı zamanda rahatlık da, bir koza kadar sıcak ve güven verici; hem eylem hem de -bir anlamda- eylemsizliğin bir arada olması durumu, bu tekdüzelik.
Yine de Drogo’nunki bu tür bir kaçıştan biraz farklı; onun -ve diğerlerinin- yazgısı olan kale, farklı katmanları olan bir mikrokozmoz. Kale, hem Drogo’nun benliğini, ruhunu hem de kategorik olarak bütün insanlığı simgeleyen bir ev ve bir hapishane; buraya kısa bir süre kalmak üzere gelen tüm subay ve askerleri kendi evreni içine hapseden ve onları kendi sıradanlığına dönüştüren bir mekan, insanın varoluşsal anlamda dünyaya atılmışlığının bir eğretilemesi.
[Her iyi romanda olduğu gibi, “Tatar Çölü” de toplumsal ve tarihsel bir arka plana sahip. Romanın, 1938’de yazıldığı sırada bütün Avrupa’nın konuştuğu ve patlak vermesinden korktuğu “Büyük Savaş”a göndermede bulunduğu da düşünülebilir.]
Bazıları Dino Buzzati’nin ilk baskısı 1940’ta yapılan “Tatar Çölü”nü, Kafka’nın bundan on iki yıl önce yazdığı (aslında yarım bıraktığı) “Şato” (ya da “Kale”) romanından esinlenmiş sayıyor ama bu ikisi eser arasında herhangi bir ilinti göremiyorum ben, mutlaka bir esere benzetmek gerekirse bence Samuel Beckett’in 1948’de yazdığı “Godot'yu Beklerken” oyunu “Tatar Çölü”yle daha yakın akraba bana kalırsa.
De Chirico
“Tatar Çölü”nü okuyalı yirmi yıldan fazla olmuş, okurken aklıma hep De Chirico resimlerinin geldiğini hatırlıyorum. Nedeninden pek emin değilim ama kalenin otomatiğe bağlamış, hiç değişmeyen günlük rutinleriyle, De Chirico resimlerindeki boş sokakların, kendini değil uzamış gölgelerini gördüğümüz heykellerin benzer duyguları uyandırması nedeniyle belki de; ikisinde de insanların -ve hatta yapıların- canlılıktan, ruhtan neredeyse yoksun boş birer kabuk, gölge gibi olmalarından.
“Hayatın anlamsızlığının derinlerde yatan önemini ve bunun nasıl sanata dönüştürülebileceğini bize ilk öğretenler Nietzsche ve Schopenhauer'dir. Bu anlamsızlığın, derin, özgür ve yeni bir sanatın en içerilerdeki iskeletini oluşturması gerektiğini gösterenler onlardır.” De Chirico’nun 1919’da yazdığı bu metinde sözü geçen “hayatın anlamsızlığı” ve ondan kaynaklanan “varoluş sıkıntısı”, belki de o ve Buzzati’nin en çok kesiştiği yerler.
Bu yazı için araştırırken, “Tatar Çölü”nün kimi baskılarında ön kapak için farklı De Chirico resimlerinin de kullanılmış olduğunu şaşırarak fark ettim; en çok kullanılansa, sayfada görebileceğiniz “Gül Rengi Kule”. Kale ile onu andıran kule arasındaki mimari benzerlikten olsa gerek.
Bu arada Buzzati’nin aynı zamanda ressam olduğunu da eklemeden bitirmeyelim. Ancak, Sembolizm ve Gerçeküstücülük arasındaki çalışmalarının bence roman ve öyküleri kadar başarılı olmadığını da söylemeliyim, yine de bir fikir vermesi sayfaya sevdiğim bir çalışmasını koydum, meraklıları internetten diğerlerini de inceleyebilir…