Eda Yılmayan
"Sözlü iletişim kuran son birkaç nesil olabiliriz"
Yazar ve çevirmen Mahir Ünsal Eriş’in sözcüklerin dilden dile, kültürden kültüre yolculuklarını anlattığı ‘Babil Kulesi Kitabı’ yayımlandı. Farklı dillere olan merakı küçük yaşlarda başlayan Eriş, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, İbranice ve Boşnakça biliyor. Ayrıca Osmanlı Türkçesi ve Karamanlı Türkçesi’nden çevirdiği kitapları var. Bildiği diller bununla da sınırlı değil. Yahudi İspanyolcası olarak bilinen daha çok Sefarad Yahudileri’nin kullandığı Ladino dilinde okuyup yazabiliyor. İki yıl Farsça ve bir yıla yakın da Fasih Arapça eğitimi almış. Bunun yanı sıra Çince, Gürcüce, Yunanca, Ermenice, Latince dillerini öğrenmek için kursa gitmiş, kendi imkanlarıyla Portekizce öğrenmiş. Kürtçe, Fince, Galce, Süryanice, Rusça, Arnavutça, Urduca, Hintçe, Korece ve Japonca çalışmış.
Mahir Ünsal Eriş’in farklı dillere olan ilgisi toplumları tanıma, anlama çabasıyla da bağlantılı. Hatta kitabının önsözünde bunu “Dil öğrenmek yalnızca zihni kelimeler ve gramer kurallarıyla doldurmaktan ibaret değildir. O insan topluluklarının içine bakmaktır; en içine bakmak” diye ifade ediyor. Dile olan merakı küçük yaşlarda babasının ona kupon biriktirerek aldığı ‘22 Dilde 22.000 Kelime’ oyunuyla başlayan, çok dilli bir ortamda büyüyen yazar kitabında sözcüklerle adeta bir oyun oynuyor ve bu oyuna okuru da dahil ediyor. Satırlar arasında gezinirken sözcüklerin kökenine iniyoruz. Pek çok ülkenin bayrağında yer alan kırmızının izini sürüyor, renge adını veren kırmız böceğiyle tanışıyoruz. Kırmızının yanı sıra diğer renklerin de simgesel anlamlarını okuyoruz. Kitapta pusulanın renklerinden tutun da Anadolu’da sarıya boyanan evlerin hikâyesine kadar pek çok ayrıntı var. Sümer uygarlığından dilimize yerleşen sözcükler, Türkçe sözcüklerin kökeni, yazının gelişimi, dilin soyut mu yoksa somut mu olduğu üzerine bir tartışma okurları bekliyor. Kitabıyla ilgili Mahir Ünsal Eriş’e ulaştık, kitaba adını veren Babil Kulesi’nin sırrını, dillere olan merakının nasıl başladığını konuştuk.
Kitabınızın adından başlayalım. Tekvin ve İmam Kurtubi’den yaptığınız alıntıyla insanların dillerinin nasıl karıştığını ve 73 dilin konuşulmaya başlandığını öğreniyoruz. Nedir Babil Kulesi’nin sırrı ve dille nasıl bir ilişkisi var?
Böyle bir mitos var, semavi dinlerce de benimsenen. Anlatıya göre insanlar tanrı katına erişip onunla boy ölçüşmek için bir kule yapmaya kalkarlar. Tanrı da onları kavimlere dağıtıp dillerini karıştırarak cezalandırır. O zamana kadar dilleri tek olan insanlık dillere ayrılır ve anlaşamaz hale gelir. Ben bu hikâyeyi çok eğlenceli bulurum çocukluğumdan beri. Dillerin nasıl doğduğuna dair mitoslar içinde belki de en eğlencelisidir. Çünkü dilin, haşa huzurdan, tanrı katına göz koyan bir büyü ve gizemi olduğunu gösterir. İnsanı hayvandan ayırıp insan kılan şeylerin başında dil geliyor elbette. İnsanlığın ortak belleği dili tanrı ya da tanrılarla boy ölçüşmeye yetecek kadar olağanüstü buluyor olmalı. Ben de dili çok büyüleyici buluyorum ve bu yüzden kitabıma bu adı vermek istedim. Bu yirmi yıla yayılan bir hayalin ürünüdür öte yandan.
Kelime ve kavramlar üzerine düşünmek biraz oyun gibi. Zaten bu ilginiz de babanızın aldığı bir oyunla başlamış. Annenizden Fransızca sözcükler duymuşsunuz. Babaannenizi de kitabınızın ön sözünde “Beni dilleriyle büyüten babaannem” diye anlatıyorsunuz. Çocukluğunuzla bağlantılı olarak dile olan merakınızı nasıl tanımlarsınız ve bu ilginizin canlı kalmasını sağlayan sebepler neler?
Ben çok dilli bir çevrede büyüdüm ve çocukken öğrendiğim veya yabancısı olduğum ama müziğine aşinalık kazandığım bu dillerin hepsi bende dilleri algılamak, onlarla birlikte düşünmek adına çok kıymetli kapılar açtı. Bir de, dil konusunda şansım hep yaver gitmiştir. Bir dili öğrenmeyi kafaya koydum mu kainatın bütün kapıları önümde açılır gibidir. Falanca dili öğreneyim diye düşündüm mü gökten başıma o dilin kurs ilanı düşer. Karikatürize ederek anlatıyorum tabii ama dil konusunda dilek kapım pek açıktır. Bu yüzden çocukluğumdan kalma, farklı dillerin ses ve kelimelerine duyduğum heyecan yıllar geçtikçe benim için sonu gelmeyen, heyecanı hiç eksilmeyen bir maceraya dönüştü. Hayatı buradan doğru kavramaya alışarak büyüdüğüm için de dillere ve dil öğrenmeye duyduğum heyecan hiç eksilmedi, bilakis arttı.
“ARKEOLOJİ BANA YOL GÖSTERDİ”
Arkeoloji eğitimi almışsınız. İsteyerek mi bu bölümü seçtiniz? Dillere ve kültürlere olan merakınızla seçtiğiniz bölümün ilgisi var mı?
Hem de tek tercihle girdim arkeoloji bölümüne. Bile isteye girdim. Tabii arkeoloji ve eğitimi hakkında en ufak bir fikrimin dahi olmadığını girdikten sonra anladım. Ben kültür tarihi, antikite tarihi okuyacağımı sanıyormuşum. Oysa arkeoloji hem teorik hem de pratik olarak benim hiç bilmediğim bir disiplin, bir meslekmiş. Bir arkeolog olamadım ama arkeoloji eğitimi bana tarihi, insanı, kültürü anlama konusunda çok yol gösterici oldu. Dillere olan merakım çocukluğumdan geliyor, açıkçası arkeoloji okumayı bundan ötürü seçtim diyemem. Asıl derdim Kitabı Mukaddes anlatılarının izini sürecek bilgiyi edineceğim bir eğitim almaktı.
Dil kültürden kültüre aktarılan, coğrafyalar arasında gezinen, değişen, dönüşen canlı bir varlık. Kitabınızda “Dil öğrenmek insan topluluklarının içine bakmaktır” diye bir ifadeniz var. Araştırmalarınız sırasında kültürler arasında dille kurulan nasıl bir bağ gördünüz? Sizi üzerine çokça düşündüren, şaşırtan bağlantılar oldu mu?
Yalnızca bağlantılar değil dillerin dünyayı algılayış ve onu ifade ediş biçimleri de çok sihirli örnekler sunar önümüze. Örneğin özlemek fiili, öz yani kendimizle ilişkili bir kökten gelir. Özünde duymak arzusu. Kendinde, kendi yanında eksikliğini duymak derdi. Türkçede durum böyle. Fakat Farsçada, “Seni özledim,” anlamında kullanılan ifadenin Türkçedeki tam karşılığı “Gönlüm senin için sıkıştı”dır. Ben böyle şeyleri çok incelikli, çok efsunlu buluyorum. Diller insana hep böyle sürprizler yapar.
“DÜNYADAKİ BÜTÜN DİLLER BİR GÜN ÖLECEK”
“Dünyadaki bütün diller bir gün ölecek” diyorsunuz. Neden? Dünyada hâkim dil haline gelen İngilizce için de aynı şeyi söylemek mümkün mü?
Elbette ölecek. Tüm diller ölüp yerlerini yenilerine, başkalarına bırakacak. Bu işin doğası bu, kimyası bu. İzleri kalacak ama varlığı sona erecek bir gün. Yalnızca uzmanların, tarihçilerin bildiği bir şeye dönüşecek. Hep öyle oldu, hep de olacak.
Polonyalı bir göz doktorunun uydurduğu ‘Esperanto’ isimli bir dilden söz ediyorsunuz. Siz de İbraniceden ilhamla bir dil uydurduğunuzu anlatıyorsunuz. Kendi alfabenizi oluşturmuşsunuz. Bunu biraz anlatır mısınız? Nasıl bir alfabe oluşturmuştunuz?
Küçük kare harflerden oluşturulmuş bir alfabe uydurmuştum, İbrani Alfabesine benzeyen. Bunca yıl sonra ayrıntılarını pek hatırlamıyorum tabii. Çocuklar severler bir şeyler uydurmayı.
“JAPONCA ÇALIŞIYORUM”
Yeni diller öğrenmeye devam edecek misiniz?
Elbette, nefesim yettiğinde bu maceranın zevkinden kendimi mahrum etmemek isterim. Şimdilerde biraz Japonca çalışıyorum. Henüz tam anlamıyla, eskilerin tabiriyle “künhüne vakıf” olabilmiş değilim ama hevesim kuvvetli, ilerleyeceğime inanıyorum. Tabii yaş ilerledikçe bu işler biraz zorlaşıyor ama yine de bu beni yıldırmaya yetmez.
İnternet öncesi çağın çocuklarından birisiniz. Bizim çocuklarımızsa dijital çağın çocukları. Bunun içine doğdular. Bu durum dil öğrenimlerine katkıda bulunur mu?
İnternet bilgiyi hemen hiç çabasız evlere, ayağınıza getiren bir organizasyon. Ama bunun yanı sıra eğlenceyi, dikkat dağıtan hemen her şeyi de getiriyor ayağınıza. Bu noktada dil öğrenmek eskisinden çok daha kolay. Sonsuz bir araçlar ve imkanlar yelpazesi sunuyor. Eskiden bir dili öğrenmenin en iyi yolu o ülkede yaşamaktır derdik, artık bunlara gerek bile kalmadı. Ama tabii bilgiye erişimin kolaylaşması bilgiyi bir hap gibi bir seferde yutma lüksü sağlamıyor. Yine çok çalışmak, konsantre olmak ve istemek gerekiyor işte.
Çocuğunuzu farklı dilleri öğrenmesi konusunda teşvik ediyor musunuz?
O zaten bu konuda avantajlı başladı hayata. İki dilli olarak büyüyor. Ev dışında ve okulunda İngilizce, evdeyse Türkçe konuşuyor. Muhtemelen okulda bir yabancı dil daha öğrenecek. Bir sürü farklı milletten sınıf arkadaşları var. Belki onlardan da bir şeyler kapacak. Açıkçası ben şu noktada müdahil olmuyorum ama hevesli bir çocuk olma ihtimali de az değil. Umarım olur. Diller üzerine konuşabileceğim sürekli bir arkadaşın varlığı beni de çok mutlu eder.
Dijitalleşen bu çağda her dilin kendi yapısını koruması mümkün mü? Yoksa bu durum tek tipleşmeye neden olur mu?
Bu sorunun cevabı buraya sığacak cinsten değil açıkçası. Dijitalleşen, sanallaşan, avatarlaşan bu çağda sözlü iletişimin zamanla yerine doğrudan imgeler hatta daha yalın sinyal ve kodlarla anlama düzeyine çekileceğine dair çok kuvvetli teoriler var. Biz görür müyüz bilmiyorum ama sözlü iletişim kuran son birkaç nesil biz olabiliriz.