Eda Yılmayan
Servi Nine ve Üç Güzeller'in hikâyesi
“Servi Nine, tarihi bir vakadan esinlenerek hayal ettiğim bir karakter. Tarihimizde ölümü soruşturulup ‘cinayet’ olarak kayda geçirilen ilk kadından bahsediyorum. Fakat adı maalesef kayıtlarda yok. Yani 1702’de de kadının adı yok. Yöresel efsanelerde de kadının adı önemsenmemiş, “güzeller” denilip geçilmiş. Bu romanda, o kadınlara bir ad verdim.”
Duygu Asena Roman Ödülü'nün bu yılki sahibi, ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’ romanıyla Arlin Çiçekçi oldu. Beşerbazın Mârifeti kitabıyla edebiyat dünyasına adım atan Çiçekçi, ikinci romanıyla ödüle layık görüldü.
Kitapta romanın ana karakteri Suna ve onun etrafında şekillenen sürükleyici bir hikâyeyi okuyoruz. Kitaba adına veren Servi Nine ise bir ağaç. Kadın gibi kökleri toprağa bağlı, tabiatı temsil eden ve gölgesini erkek şiddetine maruz kalıp yaşamını yitirmiş kadınlara ayıran ermiş bir kadın. Arlin Çiçekçi’nin tılsımlı bir dili var. Geçmişin izlerini taşıyan, okuru başka dünyalara götüren bir yazar. Daha ilk sayfadan sizi yakalayan bu ustalıklı dil, hikâye örgüsü içinde de kendini gösteriyor. Bir anda Suna’nın penceresinden servi ağacının bir kadın gibi salınımını düşlerken buluyorsunuz kendinizi. Ödülün ardından konuştuğumuz Arlin Çiçekçi, Servi Nine ve Üç Güzeller’in hikâyesiyle ilgili sorularımızı yanıtladı.
Duygu Asena kadın hakları konusunda mücadele vermiş, ‘Kadının Adı Yok’ kitabıyla ses getirmiş bir yazar. Duygu Asena ödülünü Servi Nine’nin ve gölgesinde yatan üç güzelin hikâyesiyle almanız çok kıymetli. Ödülle ilgili düşünceleriniz neler?
Bu ödül birçok açıdan çok anlamlı ama özelikle Servi Nine ve Üç Güzellerin hikâyesi açısından bütünleyici bir finale dönüştü benim için. Servi Nine, tarihi bir vakadan esinlenerek hayal ettiğim bir karakter. Tarihimizde; ölümü, soruşturulup ‘cinayet’ olarak kayda geçirilen ilk kadından bahsediyorum. Bu cinayet, kayda düşülmüş fakat ölen kadının adı maalesef kayıtlarda yok. Yani 1702’de de kadının adı yok. Üç güzeller tarzı yöresel efsanelerde de kadının adı önemsenmemiş gibi hep, “güzeller” deyip üstünkörü geçilmiş sanki. Bu romanda, o kadınlara kendimce bir ad verebilmiş oldum ve değişik yüzyıllarda yaşamış olsalar da birbirlerine kucak açan kadınlar kurguladım. Ödül haberini aldığımdaysa, aynı zaman ve mekânı paylaşmıyorken bile Duygu Asena’nın ta uzaklardan ufak bir dokunuşuyla bana böyle bir mutluluk yaşatabilmiş olmasını, romandaki yüzyıllar arasında örülen bu zamansız kadın dayanışmasının bir başka güzel örneği olarak algıladım. Bir yandan, Duygu Asena kendi döneminde kimi edebiyat çevrelerinde dudak bükülmüş bir yazar. Diğer kadın yazarlar, edebi kaygılarla onun isminin kendi isimlerinin yanında anılmasından bile imtina etmiş ama o bunlara takılmak yerine dayanışmasını samimiyetle büyütmeye devam etmiş. Bu yüzden, bugün birçoğundan daha geniş bir ölçekte parlıyor, diğerlerinin giremediği ücra köşelere sızabiliyor hüzmeleri ve milyonlara dokunabiliyor. Ödülün açıklandığı gün, tebrik etmek için arayan veya sosyal medyadan kutlayan yayın dünyasından birçok kadını ve samimi desteklerini gördükçe daha da büyük bir minnet duydum onun başardıklarına. Ölümünün üzerinden 17 yıl geçmiş bir kadının, mücadelesinin mirası sayesinde sadece isminin anılmasıyla bile nasıl bir ruh ortaya çıkarabildiğine şahit oldum. Çok inançlı birisi değilim ama o gün, kendimce ona hem ödül için hem de kendinden esirgenen bu dayanışmayı bize öğretebildiği için teşekkür ettim. Ve umarım görüyordur, duyuyordur diye düşündüm.
Bir ağaçtan ve bir parktan yola çıkarak hikâyenizi kurgulamaya nasıl karar verdiniz?
Benim evimin önünde küçük boş bir arsa var, kitaptaki park gibi değil ama ufak yeşil bir alan. Ben evi kiralarken, o yeşil alanın altında tarihi bir kalıntı olduğunu söylemişti ev sahibim. Bir gün, bir arkadaşım ziyarete geldiğinde “Evin ne güzel açıklığa bakıyor, önü kapanmasa bari” dedi. O esnada ev sahibinin dediğini unutup “Yok kapanmazmış, bir yatır varmış sanırım. O yüzden yapamazlarmış inşaat” dedim ama der demez de hatırladığımın yanlış olduğunu fark ettim. Tarihi kalıntı olduğunu arayıp ev sahibimle bir kez daha teyit edince de içimden “Keşke yatır olsaymış tarihi kalıntı olunca bir şekilde kılıfına uydururlar ve sonunda buraya bir apartman dikerler” diye geçirdim. Tüm bu, yatır varmış, yatır yokmuş gidip gelmelerimden sonra da kendimi, evin önü kapanmasın diye bir yatır hikâyesi uydururken ve bu hikâyeyi mahalle halkına yaymaya çabalarken hayal etmeye başladım. Derken olaylar gelişti, konu en sonunda iki yüz sayfalık bir romana dönüşerek bağlandı.
Neden servi ağacını seçtiniz? Sizin için özel bir anlamı var mı? Kadın ve ağaç arasında nasıl bir bağ var?
Servi ağacı, uzun ince gövdesiyle görüntüsüyle çok simgesel bir figür. Kimileri için Arap alfabesinin ilk harfi olan Elif'e benzerliğinden dolayı doğumu ve başlangıçları temsil ediyor kimi içinse ‘bir’ rakamını andıran duruşundan dolayı vahdeti yani bir olmayı, birlik olmayı, insan evladının doğumdan ölüme kadar süren var oluş çabasını simgeliyor. Servi’ye yüklenen daha nice anlamlar var; göğe uzanışıyla doğruluğu, zor mevsim koşullarına mukavemeti ile mücadeleyi, kesif kokusuyla kötücül ruhlardan uzak tutan bir koruyucu figürü temsil ettiği de söyleniyor. Bu yüzden servi tüm mezarlıklarda kutsal, mahallelerde sıklıkla yer alan bir ağaç türü. Ama tüm bunların dışında, bu romanda; korunması, kollanılması gereken güzelliklerin, değerlerin, ezilenlerin ve en çok da dayanışmanın sembolü.
“MUTFAK MASASINDA FELSEFE YAPAN BİR AİLEYİZ”
Her iki kitabınızda da tılsımlı bir anlatımınız var. Özgeçmişinizde abinizin yaşamınızda önemli bir yeri olduğunu okudum. Türlü maceraların yanı sıra onun hayal gücünün de bir parçası olmuşsunuz. Hatta William Tell’i abinizden duyduğunuzdan söz ediyorsunuz. Çocukluğunuzun ve tabi abinizin edebiyat yolculuğunuzda nasıl bir etkisi oldu?
Biyografimde yazdığım ironik hikâye işin biraz abartılı komedisiydi tabii ama aynı zamanda doğruluk payı da var. Abim çok zeki, meraklı ve haşarı bir çocuktu. Merakıyla hem yapıp bozar hem de okur araştırırdı, haliyle beni de malzeme ederdi bu serüvenlerine. Bizim aile zaten mutfak masasında felsefe yapan ailelerdendi, kahvaltılarda, yemeklerde günlük olaylar yerine ailecek hayat üzerine, kişilikler, değerler vesaire üzerine konuşulur tartışılırdı. Bu yüzden ev, beni hep düşünmeye teşvik eden, besleyici, doyurucu bir ortam oldu. Mesela, babam ilkokul mezunuydu ama gazetenin her bir köşesini didik didik okuyanlardandı. Evde oradan buradan bulunmuş kitaplar olurdu bir şekilde. Böyle bir ortamda doğal olarak gördüğünüzü yapmaya, daha fazlasının peşinde koşmaya meyilli oluyorsunuz. Edebiyat da daha fazlasını vadediyordu, ben de onun peşinden gittim.
Okura yansıyan bu sihirli dilin oluşumunu nasıl açıklarsınız?
Servi Nine, üç yüz küsur yaşında ve doğal olarak kelime dağarcığı da hem zamansal hem de coğrafi olarak geniş. Bu tabii bana muazzam bir alan açtı yazarken ve aynı oranda keyif de verdi. Bir sihir hissetiyseniz şayet, muhtemelen o, yazarken benim de aldığım büyük keyfin yansımasıdır.
HİKÂYE ANLATICILIĞI DİJİTAL ÇAĞDA YOK OLUR MU?
Sevgiyle büyütülen bir çocuk Suna. Halası Suna’ya türlü çeşit hikâyeler anlatıyor. Çocukluğunda duyduğu bu hikâyeler gün geliyor Suna’nın işine yarıyor. Sözlü kültürün azaldığı, görüntünün egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz. Nesilden nesle aktarılan bu hikâyelerin sonu gelir mi? Ne dersiniz?
Hikâye anlatıcılığı, insanın hayatta kalma çabasında ‘olmaza olmaz’ olarak ortaya çıkmış bir yeteneği. İlk mağara resimlerinden bugünkü sanat formlarına kadar her sanat dalında, hayatta kalmak için bir sonraki nesle ne yapıp ne yapmaması gerektiğini aktarma gayreti var. Bu yüzden, insan hayatta kalma mücadelesi verdiği sürece bu yaşamsal veri aktarımı da devam edecektir. Bugün mağara resimleri yerine fotoğraf kullanılıyor olsa da insanın insana birebir aktarımı hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla sözlü kültür, tüm bu değişimlere paralel olarak hikâye anlatıcılığının vazgeçilmezi olmaya devam eder diye düşünüyorum.
“SÖZLÜ VEYA PSİKOLOJİK ŞİDDET DE FİZİKSEL ŞİDDET KADAR YARALAYICI”
Suna’nın evlendiği Fırat onun aksine mutsuz bir çocuk olarak büyüyor. “Hamuru şefkatle yoğrulmamış mutsuz bir çocuk ne ederse Fırat da işte onu etti. Ne eksik ne fazla. Kendinde olmayanı Suna’da gördükçe bilendi de bilendi” diye yazıyorsunuz. Bu öyle bir hale geliyor ki Suna kendi karakter özelliklerini dahi kaybettiğini fark ediyor. “Gün gün düzledi Suna kendini. Dümdüz oldu. Yüzünde köşesi, çıkıntısı olmayanın sıfatı, sureti olur mu?” ifadesi önemli. Suna şiddeti farklı şekilde yaşıyor. O da kimliği silinen, dümdüz edilen kadınlardan. Yüzündeki köşesi, çıkıntısı olmayanın sıfatı, sureti olur mu? Ne dersiniz?
Buradan görmenize ve tam da buraya ışık tutmanıza sevindim, romanın en temel derdi de bu çünkü. Ben her insanın iyi olduğu inancıyla başlamayı tercih ediyorum sosyal mesailerime. Çünkü ne kadar çok iyiye denk gelmişseniz hayatta ister istemez iyiliğin güzelliğini tadıp onu sürdürmek istiyorsunuz. Fırat da eksik olan da bu. Babası tarafından horlanmış bir çocuk ve sevmeyi, sevilmeyi öğrenememiş. Halbuki bir yerde kırılabilse o döngü her şey değişmeye dönüşmeye imkân bulacak.
Sorunuzun ikinci kısmı içinse şunu söyleyebilirim; toplumun bir kesimi için ara sıra olan şiddet bile affedilebilir ve aile kurumunu bozmaya değmez olarak görülürken daha büyük bir kesim için de Suna’nın uğradığı türden sözlü şiddet de kadının kendi hayatına dair bir karar almasına kâfi bir sebep değil. İdare edilebilir olarak görülüyor. Oysa sözlü veya psikolojik şiddet de fiziksel şiddet kadar yaralayıcı hatta bazı durumlarda tedavisi çok daha zor ve meşakkatli.
İŞ YAŞAMININ EDEBİYATINA ETKİSİ
İletişim Fakültesi mezunusunuz. Bir süre bu alanda çalıştıktan sonra bir yapım şirketinde senaristlik yapıyorsunuz. Bir de bilişim teknolojileri alanında deneyimleriniz var. ‘Beşerbazın Marifeti’ kitabınız 2021 yılında, Servi Nine ve Üç Güzeller de 2022 yılında yayımlandı. Yaptığınız işlerin edebiyatınıza katkısı oldu mu?
İdea Creative’in senaristlerinden biriyim ama tamamlanmış bir senaryom yok henüz. Üzerinde çalıştığım projeler var sadece. Bu yıl, Microsof’taki çalışma hayatımda 15. yıla girdim ve orada çalışmaya devam ediyorum bir yandan. Maalesef edebiyat henüz tam zamanlı mesaim değil. Buna maalesef dememin sebebi zamansal olarak yazmaya veya okumaya yeterince vakit ayıramamaktan kaynaklanıyor ama bir yandan da her farklı ortam gibi kurumsal hayat da çok geniş bir perspektif sağlıyor. Özellikle Ortadoğu, Afrika, Doğu ve Orta Avrupa’yı kapsayan bir bölgede çalıştığım için 109 ülke insanıyla, birçok farklı milliyet ve kültürle mesai halindeyim. Bu tabii muazzam, ufuk açıcı bir deneyime dönüşüyor ister istemez. Bu yüzden çalışma hayatımın yazdıklarıma etkisi ve katkısı yadsınamayacak derecede fazla. Özellikle Beşerbazın Mârifeti’nde geçen ülkelerde, karakterlerde bu daha fazla görülebiliyor. Beşerbazın Mârifeti’ndeki mozaik tamamen iş hayatımın katkısıyla oluştu.
Romancılığınızda, edebiyatınızda sizi besleyen yazarlar kimler? Siz neler okuyorsunuz?
Dünya edebiyatından da çok besleniyorum tabii ama yerli edebiyat, yazmaya dair daha büyük bir şevk doğuruyor her zaman. En azından benim üzerimde yerli yazarların daha büyük etkisi oldu bu anlamda. Yaşar Kemal’in Anadolu’nun derdini dert edinişi, Mıgırdiç Margosyan’ın yöresel bir tat taşıyan samimiyeti, Latife Tekin’in özgün dili, Füruzan’ın boğazımıza taş olup oturan kesitleri, İhsan Oktay Anar’ın büyülü dünyası. Bunlar hep öykündüğüm, yollarından yürümeye şevk duyduğum yazarlar. Son yıllarda çağdaşım yazarları okumaya daha büyük bir özen gösteriyorum. Biz toplum olarak ölmüşü, yaşayandan daha çok övmeye meyilliyiz gibi geliyor. Kendi adıma bunu kırmaya, oranı dengelemeye çalışıyorum. Son dönemde okuduklarım ve beğendiklerimden üç tanesini paylaşayım: Başar Yılmaz ‘Beni Hatırla’, Ayfer Tunç 'Kuru Kız, Başak Baysallı ‘Fresko Apartmanı’
Yeni kitabınız için çalışmaya başladınız mı? Okurları bu sefer nasıl bir öykü bekliyor?
Başlamıştım aslında ama yazdıklarımı sildim. Hikâye hâlâ bir şekilde aklımda dönüyor. Eğer yeteri kadar rahatsız etmeye başlarsa yazmaya devam edeceğim. Yazarken en keyif aldığım geçmiş dönemler oluyor, çünkü hem yazıp hem de keşfediyorum. Bir kaynak beni başka bir kaynağa yönlendiriyor ve inanılmaz keyifli bir öğrenme süreci başlıyor. Bu yüzden yine sanırım bana o özgür öğrenme ve hayal etme alanını açacak hikâyenin peşinde olurum.