Oğuz Pancar
RESİMLİ ÖYKÜLER
Öpme-I / Gustav Klimt
Kimse bir pisuvar görünce karşısına geçip seyretmiyor, ancak bir an onun bir pisuvar olduğunu unutun ve yalnızca bir nesne olarak görün, hatta ilk kez gördüğünüzü hayal edin
Sayfada gördüğünüz ve yazıya adını veren resim, Avusturyalı ressam Gustav Klimt’in 1907-1908 yıllarında yarattığı bir eseri, 20. yüzyılın en popüler resimlerinden. Öyle ki gündelik eşyalar üzerine baskısı en çok yapılan, da Vinci’nin Mona Lisa ve Son Yemek’i, Botticelli’nin Venüs’ün Doğuşu, Gogh’un Yıldızlı Geceler’i, Munch’un Çığlık’ı ve Picasso’nun Guernica’sı gibi resimler arasında büyük olasılıkla en ön sıralarda yer alıyor. Belki o yüzden –ilk gördüğümde vurulduğum- bu resmin öyküsünü yazmakta duraksadım önceleri. Kapitalizmin, etinden, sütünden kazanç sağlamak için gözümüze “pelesenk” ettiği sanat eserlerinden biri de bu; kahve içtiğiniz kupada, giydiğiniz tişörtte, yatak çarşafınızda, mouse padinizde, ekran koruyucunuzda sürekli karşınıza çıkan bir görseli sanat olarak algılamak biraz zor değil mi?
Marcel Duchamp’ın Pisuvarı
Yazının konusu bu değil ama sanatla ilgili –bence- çok önemli ve ontolojik bir bakış önerdiği için söz etmeden geçemeyeceğim. Tartışmayı başlatan olay Marcel Duchamp’ın 1917’de New York’taki “Bağımsız Sanatçılar Topluluğu”nun bir sergisine takma adla ve “Fountain” (Çeşme, Fıskiye) adını verdiği seri üretim bir pisuvarla katılması. Pisuvarın sanatsal bir yaratı olmadığı gerekçesiyle geri çevrilmesi üzerine 20. yüzyılın en ufuk açıcı sanat tartışmalarından birinin fitili ateşlenir. Tartışma uzun, bence önemli yönünü kısaca özetlersem; bir nesneyi sanat yaratısı yapan, bir sanatçı tarafından ve sanatsal üretim süreci sonucunda yaratılması değildir, önemli olan yaratının izleyende (gözünde değil, zihninde) yarattığı algıdır. Örneğin pisuvar günlük yaşamda kullandığımız sıradan bir ürün. Kimse bir pisuvar görünce karşısına geçip seyretmiyor, ancak bir an onun bir pisuvar olduğunu unutun ve yalnızca bir nesne olarak görün, hatta ilk kez gördüğünüzü hayal edin. Böyle baktığınız zaman pisuvarın da herhangi bir modern sanat heykeli kadar estetik bir nesne olduğunu farkedeceksiniz. Ya da bir kepçeyi gözünüzün önüne getirin, onun çorba ya da sulu yemekleri bir kaptan diğerine aktarmak için kullanılan bir mutfak aracı olduğunu unutun, ilk kez gördüğünüz bir nesne olduğunu varsayın. Bir sanat eseri kadar estetik değil mi, hatta daha ileri giderek, bir sanat eseri değil mi? Kepçeyle yabancılaşmamızı bir adım daha ilerletelim, kepçe çanağının altına ya da yanına büyükçe bir delik açalım, daha da güzel olmadı mı? İşte Klimt’in “Öpme” resmine yapılan da bu sürecin tam tersi, bir sanat yaratısının gündelik bir eşyaya dönüştürülmesi…
[Benzer bir akıbete Che Guevara’nın da uğradığını düşünmüyor değilim. Onun şu ünlü ikonik fotoğrafının, tişörtlerde, anahtarlıklarda, araba döşemelerinde ya da nevresimlerde yer almasının, bu ödünsüz devrimciyi sıradanlaştırdığını ve onu bir pop kültüne dönüştürdüğünü düşünüyorum. Tıpkı bir sözcüğü durmaksızın tekrarlayınca anlamsızlaşması gibi, kapitalizm de senden saklayamadığını gözüne gözüne sokarak eskitiyor, sıradanlaştırıyor. ]
Bu uzun girizgâhtan sonra Gustav Klimt’in yaşam öyküsüne gelirsek; Klimt 1862’de Viyana yakınlarındaki Baumgarten’da doğar. Annesi Anna Finster ve bir altın gravürcüsü olan babası Ernst Klimt’in yedi çocuğundan ikincisidir. Gustav’la erkek kardeşleri Ernst ve Georg’un sanata yetenekli oldukları küçük yaşlarda ortaya çıkar. Gustav 14 yaşındayken Viyana Uygulamalı Sanatlar Okulu’na kabul edilir, bir yıl da sonra kardeşi Ernst onu izler. Klimt kardeşler orada diğer bir öğrenciyle, Franz Matsch’la yakın arkadaş olurlar. Bu üç yetenekli genç yedi yıl boyunca mozaik, resim, fresko gibi değişik teknikler üzerinde çalışırlar okulda. Henüz öğrenciyken dışarıdan işler almaya başlayan üçlü, okul bitince 1883’de “Sanatçılar Kumpanyası” adlı bir şirket kurar ve ilk önemli iş olarak Viyana Şehir Tiyatrosu’nun dekorasyonunu yapar. Buradaki başarılı çalışmaları İmparator Franz Joseph tarafından altın madalya ile ödüllendirilir. 1890’da İmparatorluk koleksiyonlarının sergileneceği Sanat Tarihi Müzesi’nin iç dekorasyonunun tamamlanması işine girişirler. Neoklasik üsluptaki çalışmaları arasında, Gustav’ın, tarihsel kostümü içinde ama neredeyse fotoğraf kesinliğinde, modern kadın yüzüne ve ifadesine sahip resimleri, ilerideki üslubunun da habercisidir.
Sezession
1892 yılı içinde babasını ve kardeşi Ernst’i farklı zamanlarda kaybeden Klimt derin bir bunalıma sürüklenir. Sanatçılar Kumpanyası’ndan ayrılarak tek başına çalışmaya başlar. Bir süre sonra, yaptığı çalışmalarla Viyana sanat çevrelerinde izlenen ve tartışılan ressamlardan biri haline gelen Klimt, resimlerini artık geride kalmakta olan bir çağın ölçütleriyle değerlendiren ve uzun süredir eleştiren, özellikle çıplak kadın figürlerini görünce kaşlarını çatan Akademi çevrelerinden çok sıkılmıştır. 1897’de kendi gibi düşünen genç sanatçılarla birlikte Sanatçılar Odası’ndan (Künstlerhaus) ayrılır. Klimt’in öncülüğünü yaptığı bu girişim Sezession (Ayrılma, Ayrılıkçılık) olarak adlandırılacaktır. Yerleşik estetik ve sanatsal değerlerin sorgulanması ve onlardan kopuşu simgeleyen bu akım, Viyana’nın içinden geçtiği çalkantılı Fin de Sièclenin (Yüzyılın Sonu) sanattaki izdüşümüdür aslında.
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları Viyana çok canlı bir şehirdir. Gramsci’nin deyişiyle “eski dünyanın ölmekte, yeni dünyanınsa doğmak için mücadele etmekte olduğu“ zamanlardır. Kendisiyle birlikte kalan son büyük imparatorluk olan Osmanlı gibi ve diğer büyük Avrupa devletlerinin tersine, sömürgecilikten payını alamamış, endüstrileşme, finans ve ticarette çağı karakterize eden hızlı gelişmelere ayak uyduramamış, sınırları içindeki ulusların ayrılıkçı akımlarıyla baş edemeyen, kısacası vadesi dolmuş Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun başkenti Viyana, ilginç biçimde, doğmakta olan Modernizm’in önde gelen sanatsal ve sosyal kuluçkalarından biri haline gelmiştir. Mimaride Adolf Loos’un, psikolojide Sigmund Freud’un yaklaşımları çığır açıcıdır, Gestalt Psikolojisi ve Deneysel Psikoloji ekollerinin ortaya çıkışı da bu dönemdedir. Gustav Mahler ve Arnold Schönberg’in müzikteki çalışmaları yenilikçiden öte devrimcidir. Siyasal, ekonomik ve entelektüel hakları için savaşım veren kadın hareketleri oldukça güçlüdür. Kentteki canlı sosyalist/sosyal demokrat tartışmalar yanında, uç veren –ve o yıllarda Viyana’da tutunmaya çalışan genç Adolf Hitler’i çok etkileyen- örgütlü antisemitizm de yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaktadır [İlginçtir ki Siyonizm düşüncesini geliştiren Budapeşte doğumlu Theodor Herzl de aynı dönemde Viyana’da yaşamaktadır. Alman kültürünün büyük bir hayranı iken Viyana’daki ve -Dreyfus Davası’nı gazeteci olarak izlerken- Paris’teki antisemitizme tanık oldukça Yahudiler için Avrupa’da bir gelecek olmadığı inancına varacaktır].
Sembolizm, Art Noveau
İmparatorluk ve onun başkenti bu çalkantılı dönemden geçiyorken çevresinde olanlar Klimt’i ve sanatını çok etkilememişe benzer; ölümünden sonra en çok eleştirildiği konu da döneminin siyasal ve toplumsal çalkantılarına karşı ilgisiz kalması olacaktır zaten. Bu aslında çok da şaşırtıcı değil, Klimt daha sonra sanatını Art Noveau ile birleştirse de her zaman Sembolist bir ressamdır. Sembolizmin ana konusu insan duygularıdır, fiziksel olan ve görünen değil, arkasındakilerdir. O yüzden insan iç dünyasına odaklanmış bir sanatçının resimlerinde çağına kayıtsız görünmesi çok şaşırtıcı gelmiyor bana. Üstelik duyguları en saf haliyle resmetmeyi amaç edinen Sembolizm, dikkat dağıtıcı olmaması için çoğunlukla güncel olandan uzaklaşmayı bilinçli olarak seçer. O yüzden pek çok Sembolist, resimlerinde mitolojik karakterleri ve öyküleri konu edinir. Seçtikleri öyküler o denli eskidir ki artık zaman ölçülerinden azade kalırlar; pek çok mitolojik öykünün hala çağdaş görünmesinin bir nedeni de bu “zaman üstü”lükleridir.
Klimt 1905’te sanatsal anlaşmazlıklar nedeniyle Sezession hareketinden ayrılacak ve sonrasında çoğunlukla, en sevdiği konuyu, “kadın”ı resmedecektir.
Bu yazıya Klimt’in ünlü eserindeki -kimliği bilinmeyen- kadının öyküsünü anlatmak üzere başladım ama gevezeliğim yüzünden, tek sayfa olmasını düşündüğüm yazı bendine sığamadı, taştı; “Öpme”deki kadının öyküsü ikinci belki de üçüncü yazıya artık…