Oğuz Pancar
Resimde Büyülü Gerçekçilik-I
Tren bildiğimiz trenlerdendir, at da sıradan bir at; tren göklerden inen raylardan geliyor olsa ya da atın iki bacağı olsa bu resme kolaylıkla Gerçeküstücü biçemde yapılmış diyebilirdik ancak Büyülü Gerçekçiliğin Gerçeküstücülükten farkı da budur zaten, hiçbir şey gerçeküstü değildir, yalnızca gerçek ve sıradan nesne ya da kişilerle yaratılır “olağan dışılık” ve “yabancılık” duygusu
“Büyülü Gerçekçilik”, yazından hoşlanan herkesin duymuş olduğunu sandığım bir roman alt türü; ilk örnek olarak da Gabriel Garcia Marquez’in ünlü “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı geliyor akla çoğunlukla, ki bu da çok doğal, çünkü Buendia ailesinin üstüne koca bir yüzyıl boyunca çöken lanet etrafında gelişen bu eşsiz roman, türün bir başyapıtı aynı zamanda. Marquez ilk değil tabii, Jorge Luis Borges’in daha önceki yıllarda yazılmış kimi eserleri de bu türün daha eski örneklerinden.
Büyülü Gerçekçiliğin, olağanın ve olağanüstünün bir arada bulunduğu, geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan inançların, geleneklerin ve ruhların hala capcanlı olduğu Latin Amerika’da ortaya çıkması çok şaşırtıcı değil, Marquez de romanının, çocukken büyükannesinden duyduklarından doğduğunu söylüyor zaten. "Meksika’da gerçeküstü(cülük) sokaklarda koşar, gerçeküstü(cülük) Latin Amerika’nın asıl gerçekliğidir” demesi de o yüzden…
[Yazında Büyülü Gerçekçilik yalnızca Borges ve Marquez’le sınırlı değil elbette; Salman Rushdie’nin “Geceyarısı Çocukları” (1981), Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi” (1982), Toni Morrison’un “Sevilen” (1987) ve Laura Esquivel’in “Acı Çikolata” romanları da bu türün en iyi örneklerinden sayılıyor. Jorge Amado, José Saramago, Miguel Ángel Asturias, Dino Buzzati ve Haruki Murakami de bu türde eser veren yazarlar arasında.]
Yeni Nesnellik
Her ne kadar Büyülü Gerçekçiliğin yaygın bilinirliği yazından kaynaklansa da kavramın geçmişi çok daha eskilere, 1925’e kadar uzanır. Terimin kökeni, 1920’lere doğru Almanya’da gelişen ve “Yeni Nesnellik” (Neue Sachlichkeit / New Objectivity) olarak adlandırılan bir resim akımına dayanır. İki büyük savaş arasındaki sanata şekil veren ve klasikten kesin bir kopuşa karşılık gelen avant-garde akımlara bir tepki olarak gelişen Yeni Nesnelliğin en ayırt edici yönü, sanatçı öznelliğinin (subjectivity) karşısına nesnelliği (objectivity) koyması. Savaş öncesi Alman toplumunun heyecanlı ve “taşkın” durumuna karşılık gelen yenilikçi yaklaşımların, savaş sonrası yenik ve hayal kırıklığına uğramış toplumu betimlemede yetersiz kaldığını düşünen ve dış dünyayı soğukkanlılıkla, olduğu gibi betimlemeyi hedefleyen Yeni Nesnellik’te, hayal gücüne yer yoktur. Bu ilk döneme damgasını vuran eserler, soğuk, stilize ve bazen abartılı da olsa, gerçekçi bir biçeme sadık kalarak yapılmıştır. Akımın önde gelen sanatçılarından, Max Beckmann, Otto Dix, George Grosz ya da Christian Schad’ın resimlerine baktığınızda gördüğünüz soğuk biçem, Yeni Nesnelliktir.
[Resimdeki unsurlara, insan ya da eşya, nesnellikle, daha doğrusu mesafeli bir soğuklukla yaklaşan ve her türlü özdeşlemeye baştan ket vuran Yeni Nesnelliğin, ondan kısa bir süre sonra ortaya çıkan ve Berthold Brecht tarafından temeli atılan “Epik/Diyalektik Tiyatro”ya da esin vermiş olduğunu sanıyorum.]
Büyülü Gerçekçilik
Bu şekilde kalsaydı, Yeni Nesnellik bugün, yüzyılın özellikle ilk otuz yılında ortaya çıkmış pek çok resim akımından biri olarak anımsanabilirdi yalnızca. Ama 1925’te, dönemin etkili sanat tarihçisi ve eleştirmeni Franz Roh’un yazdığı “Dışavurumculuktan Sonra: Büyülü Gerçekçilik” (Nach Expressionismus: Magischer Realismus) kitabıyla bu durum değişir. Roh, kitabında bu yeni biçem için kavramsal bir temel ve Büyülü Gerçekçilik adını önerir. Şöyle der Roh: “Elimizde, ‘sıradan’ı kutsayan bu dünyaya ait yeni bir biçem var artık. Nesnelerin bu yeni dünyası, günümüz Gerçekçilik düşüncesine hala yabancı. Basit ve masum nesnelerin güvenli huzuruna karşılık, onlardaki derin anlam ve gizemleri ortaya çıkaran teknikler uygular bu yeni biçem. Bu, dış dünyanın iç yapısına yeni ye yaratıcı bir gözle bakmanın bir yoludur.”
Biraz karışık mı? Haklısınız, sanattan çok felsefeyle ilgili bir metin gibi duran bu sözlerle anlatılmak istenen -bana göre- şu: Bu akımdaki bir eserde özne ya da odak noktası yoktur; resimdeki her sıradan nesne diğer her şey kadar önem taşır. Resimdeki her şeye sanki ilk kez görüyormuşçasına, zihninizde onunla bağlantılı her şeyi yok sayarak bakmaya çalışın, o zaman yeni şeyler fark edeceksiniz…
[Duchamp’ın asıl amacı o değildir ama 1917’de seri üretim bir pisuvarı sanat eseri olarak sergiye koyması da bir benzerlik taşıyor bence. Daha önce hiç pisuvar görmediğinizi varsayın, ilk kez bir sergide karşınıza çıktığında onu pekala son derece estetik, soyut bir sanat eseri olarak algılayabilirsiniz pekala. Ne zaman ki pisuvarın bir tuvalet aksesuarı olduğunu bilirsiniz, o zaman pisuvar bir sanat eseri olmaktan çıkar ve sıradan bir eşya haline gelir. İşte Roh’un söylediği bunun tam tersi; pisuvara baktığınızda -öyle olduğunu bilseniz de- onu bir eşya değil sanat/varoluş formu olarak görmeye çalışın.]
Büyülü Gerçekçilik adını aldıktan sonra Yeni Nesnelliğin içeriği de değişir; resmin içine “ilgisiz” nesneler de girmeye başlar. Resim genellikle gerçekçi biçemde ve son derece ayrıntılıdır ancak sıradanlığı, “normalliği” kıracak ögeler de eklenmiştir. Normalde bir arada olmayacak nesne ya da kişilerin birlikte resmedilmesiyle izleyicide oluşan yabancılık ve “tekinsizlik” duygusu, bu türün en belirgin yönlerinden biridir.
Alex Colville
Daha iyi anlaşılması için, zamanda biraz atlayarak Kanadalı ressam Alex Colville’in (1920-2013) 1954 yılında yaptığı “At ve Tren” resmine bakalım örneğin. Resimde, alacakaranlık zamanı, geniş bir çayırlığı yaran hat üzerinde hızla yaklaşan bir kara tren ve ona ters yönde raylar üzerinde dört nal koşmakta olan koyu renkli bir at görüyoruz.
Resim son derece gerçekçi bir biçimde yapılmıştır, tren bildiğimiz trenlerdendir, at da sıradan bir at; tren göklerden inen raylardan geliyor olsa ya da atın iki bacağı olsa bu resme kolaylıkla Gerçeküstücü biçemde yapılmış diyebilirdik ancak Büyülü Gerçekçiliğin Gerçeküstücülükten farkı da budur zaten, hiçbir şey gerçeküstü değildir, yalnızca gerçek ve sıradan nesne ya da kişilerle yaratılır “olağan dışılık” ve “yabancılık” duygusu.
Tren nereden gelmektedir, at neden çayırlar dururken trene doğru koşmaktadır, bunların yanıtı verilmez resimde, izleyiciye bırakılmıştır. Birinin -doğada yabanisi de yaşayan- bir hayvan, diğerinin endüstri devriminin ilk simgelerinden bir ulaşım/taşıma aracı olmasına bakarak, endüstrileşmenin doğalı ve doğayı yok ettiğini anlatıyor diyebilirsiniz, bir tren ve atın çarpışmasında sonucun ne olacağı baştan bellidir çünkü. Bundan yola çıkarak, resmin modernliğin bir eleştirisi olduğunu düşünebilirsiniz ve bu da -sanatçınınki de dahil- diğer her yorum kadar geçerlidir.
[Atın anakaranın yerlilerini, treninse işgalci Avrupalıları simgelediği ve resmin Amerika’nın sömürgeciler tarafından keşfedilmesi ve ele geçirilmesini anlattığını da okudum kimi yorumlarda. Ancak ressam, resmi Güney Afrikalı şair Roy Campbell’ın şu dizelerinden esinlenerek yaptığını açıklamıştır sonradan, “Bir alaya karşı bir beyin/Ve bir zırhlı trene karşı siyah bir atla/Karşı koyuyorum”. Colville resmin, “yaratma ve yok etme arasındaki ezeli karşıtlığı” anlattığını da söylemiştir.]
Buna karşılık Colville’in yine atlı bir resmi, “Kilise ve At” daha belirsizdir. Resimde, sararmış bir çayırlığın ortasındaki, beyaza boyanmış ahşap köy kilisesinin tahta perdelerle çevrilmiş bahçesinde, yine dörtnala koşan ve çitlerdeki açık kapıdan kaçmak üzere olan koyu renkli bir at görürüz. Resmin ne anlama geldiği konusunu bu kez sizin düş gücünüze bırakalım ama burada önemli olan, gerçeküstü bir durumun -düşler ve bilinçaltından esinlenen Gerçeküstücülüğün tersine- bütünüyle gerçekçi ögelerle oluşturulmasıdır.
[Colville, resimlerinin çok odaklı olması, özgün perspektifleri, çoğu eserinin Noktacılık (Pointillism) tekniğiyle yapılması ve resimdeki ögelerin farklı düzlemlerdeymiş gibi görünmesinin uyandırdığı “kolaj” izlenimiyle, özel bir ilgiyi hak eden ressamlardan.]
Haftaya, Büyülü Gerçekçiliğin 1930’lu yıllarına ve Avrupa’ya dönelim yeniden …