Oğuz Pancar
ÖYKÜLÜ ŞARKILAR, ŞARKILI ÖYKÜLER
Vera Lynn’in umut dolu şarkısındaki temenniler ve “tekrar görüşeceğiz” sözü maalesef Eric Fletcher Waters için gerçeğe dönüşmez; cephede “düşen” 383,000 Birleşik Krallık askerinden biri de odur, 1944 Anzio Çarpışması’nda yaşamını kaybeder.
Does anybody here remember Vera Lynn?
Aranızda Vera Lynn’i hatırlayan var mı?
Remember how she said that
Hatırlarlayan, nasıl yine
We would meet again some sunny day?
güneşli bir günde yine görüşeceğimizi söylediğini?
Vera, Vera, what has become of you?
Vera, Vera, ne oldu sana?
Does anybody else in here feel the way I do?
Aranızda benim gibi hisseden başkası var mı?
Pink Floyd’un 1979 tarihli “The Wall” albümünde yer alan bir buçuk dakikalık bu kısa ama o ölçüde etkileyici şarkıda bahsedilen Vera Lynn, şarkının bestecisi Roger Waters’ın çocukluğundan ya da ilk gençliğinden şahsen tanıdığı biri değil; Vera Lynn II. Dünya Savaşı sıralarında Birleşik Krallık’taki neredeyse herkesin bildiği, tanıdığı bir isim, çünkü o dönemin çok sevilen bir şarkıcısı ve savaş sırasında askerlerin ve sivil halkın moralini yüksek tutmak gibi “kutsal” bir misyonu olmuş [Lakâplarından biri “Silahlı Kuvvetlerin Bir Tanesi”]. Moral veren şarkıları özellikle cephedeki askerler tarafından radyo başında beklenir olmuş, kendisi de sık sık cepheye giderek (cephe arkası demek daha doğru belki) oradaki askerler için konserler vermiş ve sonunda bir çeşit ulusal kahramana dönüşmüş [Vera Lynn’e, savaş sırasındaki çabaları için 1975’de Kraliçe tarafından –sör (sir)- ünvanının dişil karşılığı olan “dam” (dame) ünvanı verildi].
Vera Lynn’in en sevilen şarkısı, “We’ll Meet Again” (“Bir Gün Tekrar Görüşeceğiz/Buluşacağız”), Waters’ın sözlerinde işaret edilen;
“Bir gün tekrar görüşeceğiz
Nerede ve ne zaman olacağını bilmiyorum
Ama tekrar görüşeceğimizi biliyorum
Güneşli bir günde”
diyerek başlayan umut dolu bir şarkı bu. Cephedeki askerlerle geride bıraktıkları arasındaki özlemi ve endişeli bekleyişi en iyi dile getiren şarkılardan olması yanında, Vera Lynn’in sesine vuran canayakın ve samimi kişiliği ve işçi sınıfından geliyor olması da halk arasındaki popülerliğini arttırmış.
Faşizme hizmet eden “Sanat”
Egemen sınıflar, ölmeye gönderdikleri yoksul gençleri uyuşturacak ve dayanma gücü verecek tatlı yalanları ihmal etmeyecek kadar yüce gönüllü olmuştur her zaman.
Her ne kadar İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’na haklı bir nedenle girdiği ileri sürülebilecek olsa da; savaşın başlamasındaki bir yazıya sığmayacak kadar kabarık sicilini de unutmadan, Vera Lynn’in sadece II. Dünya Savaşı cephelerini değil, Hindistan, Mısır ve Burma’daki başka savaşların cephelerini de ziyaret ettiğini belirtelim.
Sadece şarkıcılar değil tabii, sanatını egemenlerin hizmetine sunmaya gönülden teşne birileri hep olagelmiştir tarih boyunca. Bu kişileri “sanatçı” olarak niteleyip niteleyemeyeceğiniz sadece “Sanat” tanımını nasıl yaptığınıza bağlı çünkü içlerinde; kamera kullanımı, sinematografisi ve müziği kullanımı ile –faşizme hizmet için çekildiğini bir an unutsanız- epik bir şaheser olan “Triumph of the Will (İradenin Zaferi)” filmini çeken Leni Riefenstahl, ilk ve önemli izlenimci ressamlardan Emil Nolde ve ünlü orkestra şefi Herbert von Karajan gibi “iyi” sanatçılar da bulunuyor, sonraki dönemlerde de Salvador Dali gibi hizmetini başka tiranların (Franco) hizmetine sunanlar eksik değil.
Vera Lynn elbette bu isimler gibi bilinçli bir işbirlikçi değil, savaş sırasındaki İngiltere Hükümeti de düşman Nazi Rejimi’nin yanında çok “masum” kalıyor. Bu masumiyet sadece Nazilerle karşılaştırılınca söz konusu, yoksa toplu katliamlardan toplama kamplarına kadar pek çok insanlık suçu, Nazilerden çok daha önce Birleşik Krallık tarafından uygulanmıştır zaten, Asya’dakileri bir kenara koyalım, sadece Güney Afrika’daki “Boer Savaşları” bile bu tür sayısız örnekle dolu.
Savaşta güneşli gün olmaz!
Biz yeniden şarkıya dönelim...
Vera Lynn’in umut dolu şarkısındaki temenniler ve “tekrar görüşeceğiz” sözü ne yazık ki Eric Fletcher Waters için gerçeğe dönüşmez.
Aslında savaşa karşı bir kişiliktir. Önce dini inançlarına aykırı olduğu için “vicdani retçi” olur ve 1940-41 yıllarındaki “The Blitz” (Almanca:yıldırım; İngiltere kentlerinin Alman uçakları tarafından yoğun olarak bombalandığı harekat) süresince cephe hizmeti yerine ambulans şoförlüğü yapar. Bu süreçte giderek siyasallaşan ve Komünist Parti’ye üye olan Waters, sonunda faşizme karşı savaşmanın inançlarıyla çelişmediğine ikna olur ve askere yazılır.
Cephede “düşen” 383,000 Birleşik Krallık askerinden biri de Eric Fletcher Waters’dır. 1944 Anzio Çarpışması’nda yaşamını kaybeder. Öldüğünde 31 yaşındadır.
Roger Waters’ın şarkı sözlerinde sezilen kırgınlık ve sitemin nedeni “tekrar görüşemediği” babasını hep yanında taşımasıdır belki de..
Roger “Pink” Waters’ın Duvarı
“The Wall”, Pink Floyd’un –Syd Barret’ten sonraki- klasik kadrosuyla yaptığı son albüm, bu albüm kayıtları sırasında Rick Wright’ın gruptan çıkarılması ile ortaya çıkan (daha doğrusu saçılan) huzursuzluk, bir sonraki “The Final Cut” albümünde doruğa çıkar ve “bildiğimiz” Pink Floyd dağılır [Roger Waters hariç grubun geri kalan üç üyesi “Pink Floyd” adıyla albüm çıkarmaya devam ederler, bu da Waters ile diğerleri arasında isim hakkıyla ilgili sonu gelmeyen bir hukuk mücadelesine yol açacaktır].
Her ne kadar bazı Pink Floyd tutkunları albümü daha önceki “Meddle”, “Dark Side of the Moon”, “Wish You Were Here”, “Animals” albümlerinden aşağı görse de, “The Wall” müstesna bir konsept albüm ve rock-operadır. Albümün konusunedir derseniz, “albüm kahramanı” olan Pink, II. Dünya Savaşı’nda babasını kaybettikten sonra fedakâr annesi tarafından zorluklarla büyütülür ve yatılı okula gider, sonrasında ünlü bir rock yıldızı olur, pek çok dinleyicisinin faşizm yanlısı olduğunu farkedince kendisini bir duvar içine tutsak eder. Pink’in bütünüyle olmasa da, Roger Waters’la örtüşen otobiyografik özellikleri gayet bariz.
Aslında “The Wall” ve “The Final Cut” albümlerini tek bir albüm kabul etmek daha doğru, çünkü “The Final Cut”ın neredeyse tümü -Roger Waters tarafından- “The Wall” için yazılmış ancak orada yer bulamamış şarkılardan oluşur. Her iki albüm de, Waters’ın –kendisi beş aylıkken- genç yaşta yaşamını cephede kaybetmiş babası üzerinden, babasız geçirmek zorunda kaldığı yıllarına bir ağıt olmanın ötesinde, savaş sonrası daha özgür ve mutlu bir toplum/dünya kurulacağına yönelik umutların boşa çıkmasının yarattığı toplumsal bunalım arka planında, mizantropik, kendinden nefret eden, yabancılaşmış ve uyuşmuş bireyin resmini çizer. “The Final Cut”da aynı dokunun üzerine o sıralarda patlak veren Fakland savaşı ve Thatcherizm’e yönelik daha güncel eleştiriler eklemlenir.
Dünya 1979’dan bu yana daha iyiye gitmedi, hatta pek çok açıdan 1979 özlenebilecek bir yıl bugünden bakınca.
Artık şarkıdaki söz gerçek olsun, hepimiz güneşli günler görelim ahir ömrümüzde…