Oğuz Pancar
Odysseia-Kikloplar
Biz Troya'dan dönen Akhalarız, yitirdik yolumuzu, koca engindeki rüzgarlar attı bizi oraya, bilinmeyen yollara düştük, dönelim derken evimize, Zeus böyle karar vermiş olacak, ne çare!
Troya Savaşı Yunanistan karasındaki kent krallıkları ve -günümüz Çanakkale’sindeki- Troya beyliği arasında geçen, on yıl süren destansı bir savaş; M.Ö. 1180’ler civarında yaşandığı düşünülüyor. Homeros'un İlyada adlı uzun epik şiirinden öğrendiğimiz bu savaşı -görünürde- tetikleyen, Troya prensi Paris'in Menelaos'un güzel karısı Helen'in aklını çelmesi ve birlikte Troya’ya kaçmaları. Bunun üzerine birleşerek güçlü bir ordu oluşturan Yunan kent krallarının ve namlı savaşçıların Troya'ya çıktıkları sefer ve yenişemeyen iki ordu arasında Troya kalesi önlerinde yaşanan bitmek bilmez bir savaş, İlyada’da anlatılan.
Yıllar süren kanlı çatışmalarla geçen savaşta Akhilleus ve Hektor gibi kahramanlar ön planda olsa da savaşın sonunda Yunanlılara yengiyi getiren, İthaka Kralı’nın, bir tilki kadar kurnaz Odysseus'un tasarladığı tahta at olur; Yunanlıların bu sayede Troya kalesine sızarak kenti ele geçirmeyi başarmasından sonra Menelaos Helen’i geri alır ve Troya yakılıp yıkılır. Savaş sonrasında kralların ve diğer kahramanların memleketlerine doğru zorlu dönüş yolculukları başlar ki bu krallardan Odysseus'un başına gelenler, -tıpkı İlyada gibi- yirmi dört kitaptan oluşan Odysseia’nın konusunu oluşturur.
“Engine açıldık yeniden, gene yüreğimiz acı dolu.
Vardık töre bilmez, azgın Tepegözlerin iline,
onlar yalnız ölümsüz tanrılara güvenirler,
ne ekin ekerler elleriyle, ne de çift sürerler,
toprak ekilmeden, işlenmeden verir onlara her şeyi,
arpayı da, buğdayı da, asmayı da verir,
şarap sunan iri salkımları Zeus'un yağmuru şişirir.
Yoktur onların dernekleri, yasaları falan.
Otururlar yüksek dağ tepelerinde, oyuk mağaralarda,
herkes kendi evini yönetir, kendi karısını, çocuğunu,
umurlarında değildir hiç kimse, başkalarına aldırmazlar.
Limanın karşısında Küçükada diye bir adacık var,
Tepegözlerin toprağına ne yakın, ne uzak,
her yer alabildiğine ağaç, orman,
sayısız yabankeçileri ürer orada,
insan ayağı hiç basmaz adacığa, ürkütülmez keçiler,
avcılar buraya avlanmak için uğramazlar,
katlanmazlar binbir derde dağ tepe dolaşıp.
Ne otlak vardır adacıkta, ne de tarla,
ekinsiz ve hasatsızdır bu toprak, görmez insan yüzü,
bu toprak sadece her gün meleyen keçileri besler.
Yoktur bu Tepegözlerin aşıboyalı gemileri,
sağlam güverteli tekneler yapacak marangozları yok,
yapsalardı, giderlerdi gemilerle insanların kentlerine,
alışveriş yaparlardı deniz yoluyla öbür insanlar gibi,
getirip götürürlerdi bir sürü mal,
onarırlardı adalarını güzel güzel yapılarla.
Kötü bir toprak değil çünkü bu toprak,
bol bol verir mevsimine göre her şeyi,
kırçıl denizin kıyısında çayırlar var sulak ve yumuşak,
hiç bozulmaz bağlar yetişebilir buralarda.
Ne de kolay işlenir bu toprak, aman ne kolay!
Ekinler yeşil yeşil uzanır, boy atar,
dolgun hasat alınır her yaz bu semiz topraktan!
Limanlık öyle koylar var ki, görmeye değer,
gemileri bağlamaya ne halat ister, ne demir, ne palamar,
çek limana gemiyi, bırak istediğin kadar,
uygun rüzgar çıkıncaya dek bırak orada.
Bu limanın dibinde bir su akar pırıl pırıl,
bir kaynak fışkırır kayanın altından,
sarmıştır kaynağı kavak ağaçları çepeçevre.”(1)
[Azra Erhat’ın “Tepegöz” olarak çevirdiği sözcüğün aslı “Kýklōps”tur ve Yunancada “yuvarlak gözlü” anlamına gelir. Hesiodos’un evrenin yaradılışı ve tanrı soylarını anlattığı eseri Theogonia’sında (“Tanrıların Doğuşu”) Gaia (Yer Tanrı) ile Uranos’un (Gök Tanrı) oğulları olarak anlatılan Kikloplar Odysseia’da Poseidon’un oğulları olarak geçer.]
Kiklopun Mağarası
On iki yoldaşıyla birlikte adaya çıkan Odysseus tepelerin birinde büyük bir mağaraya rastlar; içeriye göz attıklarında, koyunlar, oğlaklar, kalbur dolusu peynir ve süt bakraçlarıyla tıka basa olduğunu görürler hayretle. Diğer denizciler bunları alıp gemiye dönmek için yalvarsa da Odysseus ev sahibinin, Polyphemus adını taşıyan kiklopun dönmesini beklemekte diretir, “İstedim göreyim ilk önce onu, bakalım, dedim, ne armağanlar verecek konuklarına”(2). Akşam olunca Polyphemus yaylaya çıkarmış olduğu koyun sürüsüyle birlikte mağaraya geri döner, kaçmamaları için de mağaranın girişini koca bir kayayla kapatır. Sonra, tam koyunları sağmaya koyulmuşken, davetsiz konuklarını fark eder. Kimin nesi olduklarını sorar onlara, “Biz Troya'dan dönen Akhalarız, yitirdik yolumuzu, koca engindeki rüzgarlar attı bizi oraya, bilinmeyen yollara düştük, dönelim derken evimize, Zeus böyle karar vermiş olacak, ne çare! Biz Atreusoğlu Agamemnon'un halkından olmakla övünürüz, bugün göklere dek yükselir onun ünü, koca kenti yıkan odur, nice halkları yenen o. Gelmişiz şimdi de kapanırız senin dizlerine, dileriz konuğun olalım, öyle karşıla bizi, konuklara yaraşır armağanlar ver bize. Say tanrıları, kork onlardan, ey güçlü adam, sığındık sana, yalvarırız bak işte, konukseverdir Zeus, korur yalvarıcıyı, konuğu. Yoldaşlık eder, buyurur, saygı gösterilsin ona der”.
Kiklop ise, “Kork diyorsun bana tanrılardan, say onları, ne kalkanlı Zeus'a aldırış eder Tepegözler, ne de öbür tanrılara aldırış eder çok daha güçlüyüz biz onlardan. Benim hiç umurumda değil Zeus'un öfkesi” diyerek denizcilerin ikisini kapar ve birbirine çarparak öldürür; sonra da bedenlerini parçalara ayırarak afiyetle yer, sonra da sürünün arasında, yere uzanarak derin bir uykuya dalar.
Akhalar dehşete kapılmıştır, ne tür bir belanın içine düştükleri akıllarına dank etmiştir. Odysseus uyuyan devi kılıcıyla öldürmeyi tasarlar aklında önce ama sonra mağaranın girişini kapatan devasa kaya aklına gelir, kaç kişi olurlarsa olsunlar o kayayı yerinden oynatmaları olanaksızdır.
Polyphemus şafakta uyanır ve kocaman bir ateş yakar önce, bütün hayvanları sırayla sağar, sonra iki denizciyi daha öldürerek kahvaltısını yapar onlarla. Karnı iyice doyunca kayayı kaldırarak sürüsünü dışarı, otlatmaya çıkarır ve yeniden kapatır mağaranın girişini.
Kiklopa yem olan arkadaşlarının öcünü almak ve kısıldıkları kapandan kurtulmak için çare aramaya başlar Akhalar. Odysseus’un gözüne, neredeyse bir tekne direği olabilecek kadar kalın ve uzun, kesik bir zeytin dalı çarpar. Birkaç kulaç keserler daldan, budaklarını yontarak ve ucunu sivrilterek kazık haline getirirler; sonra Odysseus ateşte sertleştirir kazığın sivri ucunu ve tüm zemini kaplayan gübre tabakasının altına gizler.
Akşamüstü olunca dev sürüsüyle birlikte geri döner. Bütün sürüyü sağdıktan sonra iki denizciyi akşam yemeği yapar. Odysseus en sevimli haliyle yaklaşır devin yanına ve ona ağzına kadar lezzetli siyah şarapla doldurduğu gerdeli(3) ikram eder. Bir dikişte mideye indirir Polyphemus ve daha da ister; gerdeli üç kere daha doldurur Odysseus. Litrelerce şarabı mideye indiren Kiklop gevşemiştir, Odysseus’a adını sorar; o da “Outis” der adım, yani “Hiç kimse”. Dev de “Outis, seni en sonda, diğer arkadaşlarından sonra yiyeceğim, bu da sana konukluk armağanım” diye karşılık verir, sızar sonra.
Kazık
Odysseus diğer dört arkadaşıyla birlikte uzun kazığı çıkarır ve uyuyan devin tek gözüne saplar. Polyphemus vahşi bir hayvan gibi ulumaya başlar acıdan, feryatlarıyla çınlar koca mağaranın içi. Ardından çeker çıkarır kazığı gözünden ve fırlatır uzağa. Komşu kikloplara seslenir sonra bağırarak.
Mağaranın kapısına koşan komşu kikloplar seslenirler dışarıdan, “Ne oldu sana böyle, Polyphemus, ne bağırırsın acı acı, tanrısal gecenin ortasında böyle, uykusuz korsun bizi”. Polyphemus da “Outis” (yani “Hiç kimse”) diyerek yanıtlar diğer kiklopları, onlar da Polyphemus’un kötü bir rüya gördüğünü düşünerek kendi mağaralarına dönerler.
Polyphemus inleyip kıvranarak, elleriyle yoklayarak, mağaranın kapısına gider ve kayayı kaldırarak girişin önüne oturur; bilir Akhaların mağaradan çıkmak için yanından geçmek zorunda olduklarını. Ama kurnaz Odysseus buna da bir çare bulur biraz düşününce. Üçer koyunu yan yana bağlar ve ortadakine birer yoldaşını bindirir; böylece dev, yanından geçerken ilk koyuna dokunacak ve diğer koyunun üstüne yatar durumda uzanmış denizciyi fark etmeyecektir. Kendi de iri bir koçun altına yatar ve yapağısına sıkıca tutunur.
Gül parmaklı şafak sökünce bütün sürü otlağa doğru mağara çıkışına hareketlenir, kiklop ise Akhaları ele geçirmek için yanından geçen her koyunu eliyle yoklamakta ve öyle dışarı salmaktadır. Önce yoldaşları çıkar mağaradan koyunların sırtında, en sonra Odysseus; koçun altına yapışmış durumda çıkışa gelmişken Polyphemus hayvanı yakalar birden bire sırtındaki postundan kavrayarak, “A canım koç, ne diye en son sen çıkarsın mağaradan? Geri kalmazdın bunlardan sen hiçbir vakit, hepsinin önünde sen giderdin koşa koşa çiçek açmış taze çimenleri otlamaya, sen varırdın ilkin akan sularına ırmağın, ilkin sen dönmek isterdin ağıla akşamleyin, ama şimdi kalmışsın en sona sen, efendinin gözüne mi üzülürsün yoksa?”
Sonra serbest bırakır koçu Polyphemus. Mağaradan biraz uzaklaştıktan sonra Odysseus ve arkadaşları hayvanlardan inerek, devden kurtulmalarını kutlarlar büyük sevinçle. Sonra sürünün bir kısmını erzak yapmak üzere beraberlerinde götürerek gemiye geri dönerler, “çok sevindi arkadaşlar ölümden kurtulmuş görünce bizi, öbürleri için de ağladılar bağıra bağıra, inleye inleye, ama şimdi ağlamanın hiç sırası değildi, kaldırıp kaşlarımı işmar verdim hepsine, haydi, dedim, atın gemiye şu güzel yapağılı koyunları, açılın tuzlu engine hiç vakit geçirmeden.”
Tutsaklarının kaçtığını çok geçmeden anlar Polyphemus, sahile koşar tüm hışmıyla, arkalarından koca kayalar fırlatır denize ama neyse ki isabet ettiremez attıklarını. Odysseus ve diğer Akhalar küreklere asılmaya başlamıştır çoktan.
Gılgamış ve Tepegöz
[Homeros’un Odysseia’sı, dünyanın farklı coğrafyalarında rastlanan pek çok mitolojik öyküde gördüğümüz “Kahramanın Yolculuğu” temasının en güzel örneklerinden ve Batı yazınının en temel kaynaklarından biri. Ancak başka mitolojik öykülerde de karşılaştığımız gibi, Eski Yunan, çoğunlukla Mezopotamya ve Mısır kaynaklı daha eski kültürel ögeleri alıp daha gösterişli bir hale getirmenin de ustası; Odysseia da büyük olasılıkla, aradaki büyük farklılıklara karşın, bilinen en eski epik şiir örneği ve yine bir “Kahramanın Yolculuğu” öyküsü olan Gılgamış Destanı’ndan esin bulmuş bir eser. M.Ö. 800’lerde yaşadığı düşünülen Homeros’un, kendinden neredeyse bin üç yüz yıl önce ortaya çıkmış olsa da döneminde yaygın olarak anlatılagelen Gılgamış Destanı’ndan haberdar olduğu neredeyse kesin.]
Tek gözlü devler ilk kez Yunanlılarla tanıdığımız bir mitoloji karakteri değil, James Frazer’ın(4) kulakları çınlasın, Keltlerden Moğollara, Japonlardan Türklere kadar başka pek kültürde görüyoruz onları; bizim de Basat ve Tepegöz’ümüz var örneğin. Belki başka bir hafta da onu anlatırız.
- Azra Erhat-A. Kadir çevirisi, Can Yayınları, 1970. Eğik fontlu alıntıların tümü bu çeviridendir.
- Eski Yunanlılarda eve gelen konuğa armağan vermek adettir.
- Gerdel, ayran, süt vb. koymaya ya da hayvanlara yem vermeye yarayan, ağzıyla dibi aynı genişlikte, kova biçiminde tahta ya da deri kap.
- James Frazer (1854-1941), İskoç antropolog; mitolojideki pek çok temanın çok farklı kültürlerde yinelendiğini savunan görüşleriyle tanınır; “Altın Dal” adlı eseri çok ünlüdür.