Odalık-II

Batı’nın bu bakışını yalnızca “masum” bir önyargı olarak görmemek gerekir; Şark’ın geri kalmış ve yozlaşmış olması, Batı’nın oraya “uygarlık götürmesine” yani sömürgeleştirmesine de -kendilerince haklı, hatta onları kurtarıcı rolüne sokan- bir gerekçe yaratır çünkü.

Geçen hafta, 15. yüzyıl sonundan başlayarak dünyanın dört bir yanını sömürgeleştirmeyi başaran Batı’nın, sözde bilimle el ele, sömürgelerde yaşayan yerli halkların beyazlara göre  daha az gelişmiş yabanıl topluluklar olduğunu kanıtlama çabalarından söz etmiştik.

Öte yandan aynı dönemde, Rönesans’ın kuluçkasında büyümüş ve insanı (bireyi), aklı (rasyonalite) temel alan Aydınlanma Çağı felsefesi de filiz vermiştir Avrupa’da. John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire gibi düşünürlerin, bireylerin doğuştan gelen hakları olduğu, insanların eşit ve özgür olması gerektiği yönündeki düşünceleri geniş kitleleri etkilemekte, yüzlerce yıllık toplumsal düzenleri temelinden sarsmaktadır.

Evet insan önemli ve değerlidir, doğuştan gelen hakları vardır; ama hangi “insan”? Ne yazık ki Aydınlanma’nın merkezine koyduğu insan beyaz tenlidir; biraz eşelediğinizde, sözü edilen eşitlik, özgürlük ve hakların yalnızca Avrupalı beyazlar için hak görüldüğünü fark edersiniz. Örneğin bugün bile liberal düşüncenin kurucusu olarak selamlanan Locke’un, 1669’da Kuzey Amerika’daki  Carolina Kolonisi için yazdığı anayasadaki, “Carolina’daki her özgür insan zenci köleleri üzerinde mutlak güce ve yetkiye sahip olacaktır…” ifadesini okuyunca, ya da düşünürün Afrika’dan Amerika’ya köle ticareti yapan Royal African Company’de hisse sahibi olduğunu öğrenince, Aydınlanma’da sözü edilen o pek önemli “insan”ın Afrikalı, Aztek, Siyu ya da Malay olmadığını anlıyorsunuz zaten.

Francois Leon Benouville, Odalık, 1844.

Orient

Mezopotamya’da, Claudius James Rich, Paul Emile Botta, Austen Henry Layard, Charles Texier gibi İngiliz ve Fransız görevlilerin Babil, Ninova, Nimrud, Hattuşa  gibi önemli antik kentleri ortaya çıkarmaları ve  Napoléon’un Mısır Seferi, Avrupa’da Orient’e yani Şark’a olağanüstü bir ilgi ve merak yaratır. Bu merak, bir yandan -Avrupalı beyaz- bireyi yüceltirken öte yandan “ötekiler”ini yaratmakla, yayılmacılığını ve sömürgeciliğini aklamakla meşgul olan Avrupa düşünsel ikliminde bir küçümseme duygusunu da içerir hale gelir kısa sürede. Evet Şark gizemlidir ancak Şarklılar miskin, cahil, açgözlü ve hilebazdır, hükümdarları da sapkın zevkleri olan acımasız despotlardır. Şark Batı kadar uygar bir yer değildir, olmaları da beklenmez çünkü Şark “geçmişte donmuş” ve geri kalmış bir diyardır Batılı zihinlerde.

Francesco Hayez, Odalık, 1867.

[Bu inanış Batılılarda o denli köklüdür ki, internetin bu kadar yaygın olmadığı çok yakın yıllarda bile, Türkiye’ye gelip de insanların deveye binmediğini görünce şaşıran turist haberlerini sık sık gazetelerde görürdük, hatırlarsanız. Burada Oryantalist bakış taşıyan yalnızca Batılı cahil turist değildir; onun şaşkınlığından bunu gazete haberine dönüştürecek kadar gurur duymak, Şarklının da kendine Oryantalist bir mercekten bakmasıdır.]

Batı’nın bu bakışını yalnızca “masum” bir önyargı olarak görmemek gerekir; Şark’ın geri kalmış ve yozlaşmış olması, Batı’nın oraya “uygarlık götürmesine” yani sömürgeleştirmesine de -kendilerince haklı, hatta onları kurtarıcı rolüne sokan- bir gerekçe yaratır çünkü.

Oryantalist sanatın da dönemin zihinsel ikliminden etkilenmiş olduğu çok açık.

[Şark’ın Batı sanatına konu olması elbette çok eskilere dayanıyor. Orient,  Hristiyanlığın bütün tarihsel ve mekânsal dekoru aynı zamanda. İsa Peygamber, Meryem Ana ve havariler neredeyse Bizans’tan başlayarak 18. yüzyıla dek Batı sanatının en başlıca konuları. Ancak ilginçtir, Hristiyanlık külliyatında yer alan karakterler Batı’nın küçümsemesine karşı bağışıklığa sahiptir; İsa sofu bir Yahudi olsa da Batı için sanki Avrupalı bir beyazdır. Şark’a yüklenen olumsuz sıfatların hiç biri İsa ya da çevresindekiler için geçerli değildir, hain Judas için bile; Judas İsa’ya ihanet ettiği için kötüdür, Şarklı olduğu için değil. Ancak bu bağışıklık bile 19. yüzyıl sonundan başlayarak aşınacaktır.]

Judith, Caravaggio (ca.1598-1602), Franz von Stuck (c.1926)

Sardanapalus

Eugène Delacroix’nın 1827 yılında yaptığı “Sardanapalus ‘un Ölümü”ne bir göz atalım, Batı’nın Şark’ı nasıl gördüğünü çok iyi özetliyor çünkü bu resim.

Knidoslu (bugünkü Datça) Ctesias’ın sonuncu Asur kralı olarak anlattığı Sardanapalus’un(1)  son anlarını gösteren bir resim bu. Lord Byron’ın beş perdelik “Sardanapalus” oyununa dayanan resmin kahramanı olan Kral, oyunda yalnızca zevk için yaşayan, miskin ama acımasız bir hükümdardır. Kadın elbiseleri giyerek makyaj yapmaktan hoşlanan, kadın-erkek sayısız cariyesi olan, zevk düşkünü Sardanapalus’un yönetiminde gittikçe yoksullaşan Asur’da ayaklanmalar çıkar sonunda. Medleri, Persleri ve Babillileri Kral’a karşı bir araya getiren ayaklanmalar sonunda krallık ordusu baskın çıkar başlangıçta. Sardanapalus, Ninova’ya dönerek sefa içindeki yaşamına bıraktığı yerden devam ederken Baktriya’dan(2) gelen büyük bir düşman ordusunun kente yaklaştığını haber alır; düşmanı yok edecek bir askeri gücü kalmamıştır, kaybedeceğini ve öldürüleceğini anlar. Adamlarına, içinde geniş bir boşluk bulunan devasa bir odun yığını hazırlamalarını emreder; ölüler diyarına yanında götürmek üzere kendisiyle birlikte, bütün cariye ve hadımlarını, yardımcılarını hatta değerli atlarını içeri doldurur, yığının üstüne de tüm altın, gümüş değerli eşyalarını, giysilerini koydurur ve sonrasında kendisiyle birlikte her şeyi ateşe verir.

Salome, Titian (c.1515), Henri Regnault (1870)

[Delacroix’nın eseri öyküyü daha farklı resmeder; buna göre, öleceğini anlayan Sardanapalus sarayındaki herkesin boğazlanmasını emreder, atları da buna dahildir; saraydaki herkes vahşice öldürüldükten sonra Sardanapalus sarayı ateşe vererek kendi canına kıyar. Özgün öykünün bu şekilde çarpıtılarak daha kanlı bir kompozisyona dönüştürülmesi, sanatçının Şark hakkındaki önyargılarının da bir dışavurumu kuşkusuz.]

Resme gelince, köşelerinde altından büyük fil başı süslemeleriyle, kırmızı, geniş bir yatakta uzanmış Sardanapalus’u görüyoruz; son derece duygusuz hatta ilgisiz bir biçimde seyrettiği çevresindeyse kıyamet kopuyor; önce çıplak cariyeleri boğazlayan fedailer çarpıyor gözümüze ve kaçarak kurtulmaya çalışan diğer cariyeler. Kralın gözdesi Myrrha göz yaşları içinde yatağa kapanmış, sanki sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Resmin sol alt köşesinde, Kral’ın süslü atlarını da aynı kaderin beklediğini görülüyor. Her yere değerli eşyaların serpiştirildiği sahneyi, yarı yıkılmış bir duvardan gördüğümüz, yanmakta olan ve dumanlarla kaplı bir Ninova görüntüsü tamamlıyor.

Gustav Klimt, Judith I, 1901.

Bir hükümdarın ölümünden sonra, gideceği yerde ona eşlik etmesi için eşlerinin, cariyelerinin, hizmetçilerinin ya da atlarının öldürülmesine yalnızca Sardanapalus öyküsünde rastlamıyoruz. Mezopotamya gibi, Eski Mısır’da, Çin’de ve Karadeniz’in kuzeyindeki düzlüklerde yaşayan göçebe kavimlerde de benzer bir geleneğin olduğunu biliyoruz. Ancak bunlarda bile, cinayetler hükümdarın ölümünden sonra gerçekleştirilir; resimde çarpıcı olan, cinayetlerişlenirken Sardanapalus’un son derece kayıtsız tavrı, acımasızlığı.

Franz von Lenbach, Yılan Kraliçe, 1894.

[Delacroix’nın bu resmi, diğer pek çok Oryantalist ressam gibi,  Şark’ı hiç görmeden, yalnızca duyduğu, gördüğü klişelere dayanarak yaptığını biliyoruz; ancak Jean-Léon Gérôme gibi ressamlar da yok değil  diğer yandan. Akademik Sanat’ın ustası Gérôme, Şark’ı daha gerçekçi yansıtabilmek için Kuzey Afrika, Levant ve Anadolu’ya uzun gezilere çıkmıştır. Gördüklerini tuvale aktardığı resimler günümüzde  Oryantalist resmin en başarılı örnekleri arasında sayılsa da, Gérôme’un eserleri gördüklerini olabildiğince gerçekçi olarak yansıtmaya çalışır ve  Delacroix’daki gibi önyargılarla  çarpıtılmamıştır.]

19. yüzyılda, Şark’ın cinsellik içeren klişelerle betimlenmesi daha sık görülmeye başlanır Batı sanatında; harem ve odalıklar, Türk hamamları en sık resmedilen konular arasındadır. Üstelik bu resimlerde kadınlar, daha önce -mitolojik karakterler hariç- hiç görülmediği kadar çıplaktır; zamanla bu, Venüs’ünki gibi cinsellikten soyutlanmış bir çıplaklıktan, arzu uyandırıcı, baştan çıkartıcı, şeytani  bir şekle dönüşür.

Fernand Khnopff, Istar, 1888.

Judith, Salome

Sayfada, öyküsünü daha önceki bir yazıda anlattığımız “Judith  ve Holofernes”i konu edinen iki eseri yan yana göreceksiniz. Judith’in, Caravaggio’nun 1598-1602 yılları arasında yaptığı ve onu eyleminden iğrenen iyi bir Hristiyan olarak gösteren resminden, Franz von Stuck’un 1926 tarihli, elinde kılıçla çırılçıplak Judith’e dönüşmesini görebilirsiniz. Benzer bir değişimi Vaftizci Yahya’nın başını kesen Salome’de de gözlemlemek olası; Titian’da Salome sakin ve vakurken, Franz von Stuck’un Salome’si işlediği cinayetten zevk alan, şuh ve şeytani bir figüre dönüşür.

[Benim en sevdiğim Judith, Klimt’in 1901 yılında yaptığı “Judith I” resmi; eserde Judith’i yarı çıplak, sol yanında bel hizasında Holofernes’in kesik başını tutarken görürüz; Judith’in, hafif aralanmış ağzı, kızarmış yanakları ve yarı kapalı gözleriyle, eyleminden aldığı cinsel doyumu fark etmemek olanaksızdır. Bu eseri öyle görünse de, Klimt Oryantalist bir ressam değildir. Bence Klimt burada modeli Adele Bloch-Bauer’i cinsel esrime halinde resmedebilmek için Judith karakterini kullanmıştır yalnızca (Klimt’in -büyük olasılıkla- sevgilisi ve dönem Viyana sosyetesinin önde gelen figürlerinden olan Adele, evli bir kadındır o sırada.)]

Batı’nın doymak bilmez yayılmacılığının yarattığı zihin ikliminden beslenen Oryantalist yaklaşımla, Delacroix gibi sanatçıların çalışmalarının buluştuğunu, birbirini beslediğini düşünüyorum. Bu sanatçıların Şarklı kadınları şeytani birer femme fatale olarak resmetmesinin, Batılı erkek fantasmalarını, “iffetli”, beyaz Avrupa’dan düşük ahlaklı Şark’a yönlendirerek doyurmak gibi bir işlevi  olduğunu sanıyorum ayrıca.

Gabriel Ferrier, Salammbo, 1881.

İstar

Fernand Khnopff’un, Joséphin Péladan’ın 1888’de yazdığı “İstar” romanının kitap kapağı için yaptığı aynı adlı resme bakalım. Eserde, ayakta duran ve zevkten kendinden geçmiş bir kadının cinsel bölgesinden fışkıran, yılan benzeri uzantılar ve kanı çekilmiş, zayıflıktan neredeyse kurukafaya dönüşmüş bir erkek başı görüyoruz. İstar, Akadların aşk, bereket ve savaş tanrıçasıdır, Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’yle benzerlikler taşır.  Khnopff’un, kadın cinselliğinin ölümcül olduğunu ima eden bu cinsiyetçi eseri için Şarklı bir tanrıçayı kullanması, eminim ki onu, aynı kompozisyonu Avrupalı bir kadınla resmetmiş olsaydı alacağı tepkilerden kurtarmıştır.

Şark’ı küçümserken kadını da kötülemek ya da onu yalnızca cinsel bir nesneye indirgemek, aynı ideolojinin iki ayrı yüzüdür.

Son bir örneğe göz atalım; Gustave Flaubert’in ünlü romanı “Madam Bovary” 1856’da ilk yayımlandığında, savcıların eser hakkında müstehcenlik suçlamasıyla dava açtığı biliniyor. Sonunda davayı kazansa da sürekli olarak eserini savunmak zorunda kalan Flaubert’in bundan çok yorulduğunu da biliyoruz. 1862’de çıkan sonraki romanı “Salammbo”nun Romalılar döneminde ve Kartaca’da geçmesinin nedeni öncekine benzer eleştirilerden kaçınmak istemesidir büyük olasılıkla. Romana adını veren Salammbo, tanrıça Tanit’in bir rahibesi olarak betimlenir  ve cinselliği hiç ön planda değildir eserde. Buna rağmen,  -basıldığı kitapların kapakları da dahil olmak üzere- onu konu alan resimlerde Salammbo çoğunlukla şeytani güçleri olan şuh bir kadın olarak çıplak betimlenir. Taşradan ve tek düze yaşamdan bunalmış bir kadının evlilik dışı ilişkisini müstehcen bulan Fransız kamuoyu, söz konusu olan Kuzey Afrikalı bir rahibe olunca onun femme fatale bir figüre dönüşmesini zevkle kabullenir.

Avrupa sonunda muradına erer; İngiltere, Fransa ve İtalya 19. ve 20. yüzyılda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın neredeyse tamamını bütünüyle ya da yarı sömürge haline getirir:  Mısır, Irak, Ürdün, Filistin, Suudi Arabistan, Kuveyt, Yemen, Cezayir, Fas, Tunus, Libya.

Bunlara Anadolu ve Trakya’nın da eklenmesini engelleyecek savaşımı başlatan Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarını saygıyla anarak bitirelim.

1) Bugünkü bilgilerimize göre Asur’un son kralı II. Ashur-uballit’tir  (M.Ö. 612–605). Bilinen Asur kralları arasında Sardanapalus adını taşıyan yoktur. Ancak öykünün kimi yönleri Kral Asurbanipal ile kardeşi vassal Šamaš-šuma-ukin’in öykülerini andırdığı için, Ctesias büyük olasılıkla bu ikisinin ölümünden sonra anlatıldıkça değişmiş hayali bir öyküyü nakletmiştir.

2) Baktriya, antik çağda günümüz Afganistan’ı ile Tacikistan ve Özbekistan’ın bir bölümünü kaplayan bölgedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi