Oğuz Pancar
Mark Rothko-III/ Soyut Sanat
İyi bir resim fısıldar, olağanüstü bir resimse sessizliğin tadını çıkarır…
Geçen hafta yeni yüzyılın getirdiği endüstrileşme ve teknolojik ilerlemelerin kitlelerde uyandırdığı coşkulu umut ve iyimserliğin, I. Dünya Savaşı’nın yıkıcılığı karşısında nasıl karanlık bir umutsuzluğa dönüştüğünü ve bunun sanatçıları yeni biçem arayışlarına ittiğini anlatmıştık.
Figürlerin parçalanarak, tek bakış açısı yerine farklı açılardan bakıyormuşçasına ve -genellikle geometrik- soyut parçalar halinde tekrar bir araya getirilmesine dayanan Kübizm(1); Kapitalist toplumun bütün mantık ve usavurmaya dayanan düşünce pratiğini ve burjuva estetik anlayışını reddeden, bunun yerine anlamsız ve saçma olanı protest bir tavırla ifade etmeyi öneren Dadacılık; ve sanatın düşüncelerimizi değil, en temel ve saf güdülerimizin yer aldığı bilinçaltımızı dışa vurması gerektiğini öne süren Gerçeküstücülük; bu akımların tümü, 20. yüzyılın başındaki düş kırıklığı, umutsuzluk ve tıkanmışlığın öz çocuklarıdır.
Sessiz Resim
Özellikle Gerçeküstücü sanatta sıklıkla, temsili olmayan ve soyut imgeler görülse de bu akımların tümü özde figüratiftir, -her ne kadar soyutlaştırılmış ya da deforme olsalar da- resimdeki figürler gerçek dünyadaki karşılıklarını temsil eder. Bu akımlarla aynı dönemde hatta daha önce ilk örneklerini veren Soyut Sanat ise, fiziksel dünyayı temsil etme savını baştan terk etmiştir; onun konusu, söze dökülemeyen, resmedilemeyendir. Rothko’nun deyişiyle, “İyi bir resim fısıldar, olağanüstü bir resimse sessizliğin tadını çıkarır…”
[Bu akımların ortak özelliğinin, fiziksel dünyanın olduğu gibi resmedilmesinden -farklı ölçülerde- uzaklaşmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bunun, izleyiciye büyük bir özgürlük alanı açtığını da eklemeliyiz. Çünkü figüratif sanatta eser, izleyeni de büyük ölçüde kısıtlar; gelin, Albrech Dürer’in ünlü otoportresine bir göz atalım.
Ressamın 28 yaşındayken yaptığı bu portrenin izleyene sunduğu çeşitli ipuçları var ancak sıradan bir sanatseverin fark edebileceği, Dürer’in İsa’ya benzerliği ve kendinden aşırı emin tavrı yalnızca; onun dışında, saç ve kumaştaki ince işçilik, parmakların A ve D harflerini andırır şekilde bükülmesi, fırça tekniği, arka plan gölgelemesi gibi noktalar yalnızca sanat tarihçilerinin ya da belki diğer ressamların yorumlayabileceği -ve takdir edebileceği- özellikler. Sıradan bir izleyicinin bu resme çok farklı bir yorum yapabileceğini ya da resimde kendinden bir şeyler bulacağını düşünmüyorum. Oysa ki soyut bir eser izleyicisini yorumlarında özgür bırakır, o kadar ki izleyicinin yorumu, sanatçının niyet ettiğiyle hepten çelişebilir. Bu da çok doğal aslında, izleyicininki de sanatçının yorumu kadar “geçerlidir” çünkü; her eser, izleyenin algısında yeniden ve bambaşka biçimde yaratılır.
Ayrıca yalnızca kendimizden bir şey bulmak olmayabilir, soyut bir eseri sevmemize neden. Primat içgüdülerimiz simetrik şekilleri güzel bulur, çünkü sağlıklı olma işaretidir; dengeli ve uyumlu formları, renkleri de severiz, çünkü güven duygusu uyandırır bizde; tam tersine asimetrik, dengesiz ve uyumsuz şekiller, renkler de dikkatimizden kaçmaz, hoşumuza gitmese bile ilgimizi çeker. Salt bu nedenlerle bile “güzel” bulabiliriz bir sanat eserini, hiç anlamasak da, bizimle hiç konuşmasa da…]
Hilma af Klint
Kübizm, Dadacılık ve Gerçeküstücülükle aynı dönemlerde, hatta onlardan da önce ilk eserlerini veren bir akım Soyut Sanat. Wassily Kandinsky’nin 1910’ların başında yaptığı resimler türün ilk örneklerinden sayılıyor (Aslında İsveçli kadın ressam Hilma af Klint’in soyut resimleri 1906 tarihlidir ve Kandinsky’den öncedir, ancak bu yetenekli sanatçının Soyut Sanat’ın yaygınlaşmasına katkısı, yaşarken soyut çalışmalarının sergilenmesine izin vermemesi yüzünden çok sınırlı kalmıştır(2)).
Soyut sanat, ilk başlarda diğerleri kadar “sansasyonel” görülmese de dönemin bütün popüler sanat akımlarına etki eder, daha doğrusu “sızar”. Joan Miró’nun Gerçeküstücü resimleri aslında Soyut Sanat’a daha yakındır, Max Ernst’in eserleri de öyle. Herhangi bir akıma sokulamayan Paul Klee’nin pek çok çalışması katışıksız soyuttur örneğin. Jean Arp hem Dadacı hem Soyutçudur, aynı Kurt Schwitters ve Francis Picabia gibi.
Sonraları hız kesen diğerlerinin aksine, Wassily Kandinsky başta olmak üzere, Piet Mondrian, Kazimir Malevich, Robert Delaunay ve Jean Dubuffet gibi sanatçıların eserleriyle çağına damga vuran Soyut Sanat’ın önünde parlak bir gelecek uzanmaktadır, ancak doğduğu Avrupa’da değil, ABD’de...
Nazilerden ve II. Dünya Savaşı’nın yıkımından kaçarak ABD’ye göç eden Marcel Duchamp, Fernand Léger, Piet Mondrian, Max Ernst ve Salvador Dalì gibi sanatçılar, ABD’nin o güne dek çok da devingen olmayan sanat yaşamına yepyeni bir canlılık getirir. Bunu, New York’u, Paris, Berlin ve Viyana gibi bir sanat başkenti yapma fırsatı olarak gören Amerikan kapitalizmi sanata, ama en çok da 1930’lardan beri çiçek açmakta olan Amerikan Soyut akımına büyük yatırımlar yapar (New York bugün dünyanın önde gelen sanat başkentlerinden biri kuşkusuz; sergi, sergilenen eser ve müzayede sayısı olarak bakıldığındaysa, dünyanın “sanat borsası”).
[Her ne kadar sanatın ticaret-üstü olduğunu düşünmekten hoşlansak da, çağdaş dünyada bir resim ya da heykel, tıpkı diğer ticari bir metalar gibi, tasarlanan, üretilen, saklanılan, sergilenen, pazarlanan, satılan ve taşınan bir ürün, diğer ticari ürünlerle benzer süreçlerden geçmek zorunda o yüzden; diğerleriyle, yalnızca bir tane üretilmesiyle ayrışıyor en çok. Böyle bakınca, kapitalizmin en güçlü olduğu ülke ABD’nin, sanat alanında da başat oyunculardan biri olması kaçınılmazdı doğal olarak.]
Amerikan Soyut Sanatı
1935’te kurulan, içlerinde Mark Rothko ve Adolph Gottlieb’in de yer aldığı “The Ten” (Onlar) grubu 1940’ta dağılmış olsa da, çaldıkları maya tutmuştur. Franz Kline, Robert Motherwell, Willem de Kooning, Lee Krasner, Jackson Pollock, Helen Frankenthaler, Ad Reinhardt, Frank Stella, Georgia O’Keeffe ve Joan Mitchell gibi ABD’li sanatçılarla anlatım ve biçem sınırları gitgide genişleyen Soyut Sanat, aynı dönemlerde doğduğu Kübizm ve Gerçeküstücülükten çok daha uzun ömürlü olacaktır.
Haftaya son yazıyla bitirelim dizimizi…
- İlk Kübist sanatçılar Pablo Picasso ve Georges Braque, bu bakış açısını Paul Cezanne’dan almışlardır.
- Bazı sanat tarihçileri, Hilma af Klint’in soyut çalışmalarını fotoğraflayan Rudolf Steiner’ın bunları Kandinsky’e de gösterdiğini ve bunun Kandinsky’nin soyut resme yönelmesinde etken olduğunu savunurlar.