Eda Yılmayan
"Çivisi çıkmış bu dünyaya isyanım var"
Yazar Gündüz Vassaf’ın yaşadığımız dünyaya isyanı var. Bu isyan sanatın ve sanatçının metalaşması, hızlı yemek, hızlı edebiyat, hap bilgiler, kültürlenme kompleksi gibi pek çok duygunun birleşimi. Ressam Caravaggio’ya kısacık süren ömründe yaşatılanlar, ölümünün ardından resimlerinin bugün hâlâ popüler olması Gündüz Vassaf’ı‘Ressamın İsyanı’ kitabını yazmaya sürüklemiş.Yazar bu duygularla Caravaggio’nun peşine takılıyor, kendisinin ve ressamın isyanını dile getiriyor. Bu isyan aslında sadece Gündüz Vassaf’ın isyanı değil! Kitabı okuyup bitirdiğinizde hepimizin ortak isyanı olduğunu göreceksiniz.
1600’lü yıllarda yaşayan, yaptığı resimlerde figürlerini adeta tablodan çıkıp canlanacakmış gibi resmeden, insanı olduğu haliyle gösteren, sıradışı bir ressam Caravaggio. Gündüz Vassaf, ‘Ressamın İsyanı’ kitabında Caravaggio’yu sokağın diliyle aydınların bilgeliğini birleştiren bir ressam olarak tanımlıyor. Shakespeare’den yedi yaş genç olan Caravaggio, onun edebiyatta yaptığını resimde yapan, karakterleriyle empati kuran bir ressam. Modern dramı yaratan Marlowe, operayı icat eden Monteverdi, romanın mucidi Cervantes’le aynı dönemde yaşamış. Hepsinin ortak özelliği sanatlarında bireyi keşfetmeleri. Vassaf, Caravaggio’yu kime sorsam onu “Baş belası bir ressam olarak tanımlıyorlar” diyor. Resimleriyle kilisenin otoritesini sarsan bir ressam Caravaggio. Ölümü de yaşamı gibi esrarengiz oluyor. Öldü mü yoksa öldürüldü mü bilinmiyor.
Gündüz Vassaf’ın yazarlar ve ressamlar arasında kurduğu bağlantı da önemli. Caravaggio’nun tablolarında resmettiği figürleri Dostoyevski’nin karakterlerine benzetiyor. Tolstoy’la da Ressam Tintoretto arasında bağlantı kuruyor. Ressamın İsyanı, Gündüz Vassaf’ın diğer kitaplarına aşina olanlar için benzer bir anlatımla okurla buluşuyor. Kitapta yapay zekâdanaşka, kadın erkek ilişkilerine, çocuklara, erkek şiddetine, her şeyin tüketildiği yaşama, kültürden ne anladığımıza dair pek çok konu başlığı var. O nedenle bu kitabı Caravaggio’nun peşine takılan, aşk ve yaşamı sorgulayan bir erkek karakterin romanı gibi elinize alabilirsiniz ancak felsefi, psikolojik derinliği olan bir çalışmayla karşı karşıya olduğunuzu belirtmeliyim.
Kitapla ilgili merak ettiklerimizi Gündüz Vassaf’a sorduk. Sohbetimiz sırasında hem dertleştik diyelim hem de yazarın düşünce dünyasını anlamaya çalıştık. Söyleşimiz video olarak da yayında. İzlemek isteyenler aşağıda afişte yer alan linke tıklayarak Bidebunu İzle Youtube kanalından söyleşinin tamamına ulaşabilir.
Caravaggio’u anlatmaya nasıl karar verdiniz? Onda ve resimlerinde sizi etkileyen ne oldu?
Caravaggio’yu seçmedim, o karşıma çıktı. Onunla tanıştıkça, hakkında yazılanları okudukça bir isyan doğdu. Benim günüme isyanım zaten var. Bu isyan, yarının daha güzel olabileceğinden kaynaklanan bir isyan.
Caravaggio bir gün aniden Harvard’ın kütüphanesindeyken aklıma geldi. Boston’daki Güzel Sanatlar Müzesi’nde Caravaggio var mı diye bakmak için müzeye gittim, yoktu. Sonra kütüphaneye geri döndüm. Aradan bir kaç yıl geçti. Değişik yıllarda dilini, kültürünü bilmediğim yerlerde yaşamak istiyorum. Daha önce de Mostar’a gitmiştim. Bir arkadaşımın yardımıyla Sicilya’ya gittim. İkinci gün Caravaggio’nun bir kilisede resminin duyurusunu gördüm. Caravaggio çok satıyor. Onun adına atlar, tıraş sabunları, vb. var. Kilisede resmi gördüm. İlk gördüğümde karanlık geldi, kilise kasvetli. Dışarıda Sicilya güneşi var. Kendimi dışarı attım. Sonra da kendime senin yaptığın ukalalık dedim. Bu kadar kolay reddetmek olmamalı. Tekrar gittim sonra kiliseye mıhlandım. Kiliseden çıkamaz oldum. Caravaggio resmine baktıkça onunla tanışmanın zamanı geldi diye düşündüm. Hakkında yazılan kitapları okudum ve bu bir isyanla birleşti.
Hakkında en çok kitap yazılan ressamlardan biri Caravaggio. Kitabınızın adındaki isyan sözcüğü dikkat çekici. Neden bunu bir isyan olarak nitelendiriyorsunuz? Bu tam olarak neyin isyanı?
Birçok duygunun infialinin birleşmesi. Metalaştırılması öncelikle. Dünyanın sayılı Rönesans Müzesi, Uffizi bile Floransa’da müzenin dışına Caravaggio’nun resmini asmıştı. Müzenin dışına bir kişiyi gel geli olduğu için koymak, bu bir isyan. Sanatın, sanatçının metalaşmasını görüyoruz. Sanatçının adı sanatından daha çok biliniyor. Caravaggio’yu yazan sanat tarihçileri kendi burjuva yaşantılarından Caravaggio’yu yazıyorlar. O dönem Roma’da 1600’de sokakta dilenciler, çingeneler, katiller, din adamları, fuhuş, sarhoşluk, kumar var. Caravaggio o sokağın insanı ve o sanat tarihçileri Caravaggio’yu sokak insanı diye yargılıyorlar. Psikolojiden, psikanalizden tutun kişiliğini tahlil ediyorlar, hepsi ıvır zıvır. Psikolojinin bu kadar ucuz kullanılmasına isyanım var. Kendisine yapılan bir haksızlık var. Vatikan resimlerini çok istiyor. Çünkü resimleri kiliseye adam çekiyor. Özellikle yoksullar yaptığı figürlerde kendilerini buluyor. Vatikan’ın Caravaggio’ya ihtiyacı var ama resmi o kadar devrimci ki… Azizlerin tırnaklarını kirli yapıyor, Meryem’i bir fahişe olarak resmediyor.
Bir de benim de çivisi çıkmış yaşadığım bu dünyaya isyanım var. Bütün bu isyanlar bir sevgiyle birleşiyor. Dünyaya, insana, doğaya, kaplumbağalara, örümceklere sevgimle birleşiyor.
CARAVAGGIO DOSTOYEVSKI BENZERLİĞİ
Caravaggio’yu, Dostoyevski’nin resimdeki dili olarak nitelendiriyorsunuz. Ayrıca Caravaggio’yu sanat tarihinin ilk psikoloğu olarak değerlendiriyorsunuz. Dostoyevski ile nasıl bir benzerlik kurdunuz?
Caravaggio’nun yaşadığı yıllar sanatta bireyin başladığı yıllar. İlk roman olarak bilinen Cervantes’in Don Quijote’u çağdaşı. Shakespeare her bir karakteri için üç cümle bile yazıyor olsa karşımızda insan psikolojisi var ya da Monteverde’nin müzikte yaptıkları. Caravaggio da aynı şeyi resimde yapıyor. Ondan önce gelenler Michelangelo güçlü, güzel, mükemmel bir insan heykeli yapıyor. İnsanı güzelleştiriyor. Caravaggio ise insanı yapıyor. Acısıyla bireyi yapıyor. Acı, resimlerinin kaçınılmaz konusu. Acı çeken, işkenceden geçmiş azizler var. Tanrısına inanan, dininden vazgeçmeyen azizler var. Bu temayı kamuflaj olarak kullanıyor. O temaların arkasında asıl o düzene olan isyan var.
Dostoyevski ile benzerliğinde ise kendimizi onun kitaplarında bir babada, bir katilde bulabiliyoruz. O güne kadar kötü olarak nitelenen insanlarla özdeşleşebiliyoruz. Caravaggio da resminde bunu yaşatıyor. Her tür bireyin acısıyla bize bunu yaşatıyor. Tolstoy daha çok resimde Tintoretto gibi. Tintoretto tek bir tabloya yüzlerce insanı koyuyor ve bir tarihi olayı gösteriyor. Edebiyatta Tolstoy o. Caravaggio daha farklı. O kadar psikolog ki Davut ve Golyat resmi vardır. Davut halkın özgürlüğü için Golyat’ın kellesini kesiyor. O resminde Caravaggio hem Davut hem Golyat. Bu işte, insan. Her türlü halimizle kendimizi görebilmek.
“BU KİTABI İNATLA VE SEVGİYLE YAZDIM”
Kitabın başında okura bir notunuz var. Okura işinin pek de kolay olmadığını söylüyorsunuz ve kitabı demlenerek okumalarını rica ediyorsunuz. Neden demlenerek? Tabi bunun sadece kitabın uzunluğuyla ilgisi olmadığını düşünerek soruyorum.
Uzunluğu da beni etkiledi. Kitabı yazarken vazgeçmek üzereyken sonunda çalıştım yazdım. Okurun da aynı şeyi yaşamasından korktum. Bu kitabı inatla ve sevgiyle yazmak istedim. Ben yapmak istediğimi Caravaggio ile paylaştığımdan emindim. Benim işim bitti. Ama okuru da benden korumak istedim. Kitaba kendini mecbur hissetmesin, sevmiyorsa da bıraksın diye.
“BİREYSEL SANDIĞIMIZ DERTLERİN ARKASINDA DÜZENİN GETİRDİĞİ DERTLER VAR”
Kitabınızda ekranların bağımlısı olmaktan makineleşmeye, yapay zekâya, kültüre, kültür olarak ne algıladığımıza, kadın düşmanlığına, Türkiye’de yaşananlara, din adamlarının çocukları taciz etmesine kadar pek çok konuya değiniyorsunuz. Daha önceki kitaplarınızla da benzerlikler var. Bu bir anlamda okurla dertleşme mi?
Siz bunu söylerken sizi de derde boğduğumu hissettim. O dertler hep empatiden, sevgiden kaynaklanıyor. Elimizi uzatıp o elden tutmaktan kaynaklanıyor. Bir de ne yapabilirimden kaynaklanıyor. Dertleri saymakla yetinince daha da dertli oluyoruz. O dertlerin arkasında başka bir dünyanın mümkün olabileceğini, niçin bu dertler var, nasıl kurtulabilirimi sorgulamıyoruz. Yani dünyaya farklı bir gözlükle bakabilmek için de o dertler var. Edebiyat zaten azıcık öyle olmalı. Dertli dünyadan bizi uzaklaştırıp oh demek için değil, o dertlerden çıkmanın yolunu arayabilmek. Küçük bireysel sandığımız dertlerin arkasında daha çok düzenin getirdiği dertler var. Onlarla yüzleşebilirsek, kendi dertlerimizin bencilliğinden silkinip, ortak dertlerimizi sahiplenip ne yapabilirim diye yola çıkabiliriz.
Edebiyata ilişkin de eleştirileriniz var. “Hız soktuk edebiyata. Fast food, fast seks derken fast edebiyat. Sayfalar tuvalet kağıdı rulosu hızında dönecek. Yazar, striptiz yaparcasına cümlesi bitmeden bir sonraki cümleyi merak ettirecek.” diye yazıyorsunuz. Bir de çağdaş yazarın birey saplantılı olduğunu belirtiyorsunuz. Türkiye’de Psikologlar Derneği kurucu üyelerindensiniz. Bireye saplantılı bir toplum haline gelmemiz sadece edebiyatta mı?
Muhammed Ali boksör. Edebiyatıyla da bir anlamda ünlü. Bir maçtan önce “Kelebek gibi uçar arı gibi sokarım” diye bir söz söylüyor. Harvard’a mezuniyet törenine konuşma yapması için davet ediyorlar. Öğrenciler şiir diye tempo tutuyor. Şiir okumasında ısrar ediyorlar. O da anında şiir yazıyor. Dünyanın en kısa şiiri diye bilinir. “I, we”. Bir ben olacak bir de biz. O ben bizin parçası olacak, o biz de benlerden oluşacak. Nâzım Hikmet’in şiirinde de olduğu gibi bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine. Aydınlanmadan bu yana Ben’i aldık götürdük, seküler Ben’i dinlerden kurtardık, soru sormasını, sorgulamayı öğrendik ama oradan da bir tür hedonizme, psikologlara, kendini keşfetme, yardım kitaplarına, Sokrates’ten bu yana “ben kimim” diye sormaya başladık. Kendimize çok düştük. Bizi unuttuk. Biz olunca da ancak taraf olduğumuzda bizler çıkmaya başladı. Biz Beşiktaşlılar, biz erkekler, biz kadınlar, biz Japonlar, biz LGBTQ+ gibi taraflaşan bizler kurmaya başladık. Ölçüyü kaçırdık. Ben’den kurtulurken bizlere dönüştük. Sanatın, edebiyatın yani tekrar bizi kuracak sanata rol düşüyor diyemem. Sevgiyle yapılan şey rol olmaz! Ama o sanattır. Yani bireyin kendini bulabildiği hem de bireyi bizleştirebileceği…
“YAPAY ZEKÂ BİZİ BU DÜNYADAN KOVACAK”
Bir ressamı konu almanız aslında yaşadığımız dijital çağda önemli. Her şeyin hızla aktığı, bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ama bir yanıyla da gerçek bilgiye ulaşmanın zorlaştığı bir dönem. Siz kitabınızda ”Uygarlaştıkça resimden uzaklaştık. Çocukken anadilimiz müzik, dans ve resimdi” diye yazıyorsunuz ve bir kültürlenme kompleksinden söz ediyorsunuz. Kültürlenme kompleksi nedir? Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Kültürlenmeye gittikçe yapay zekâ kovacak zaten bizi bu dünyadan. Onların bizi doyurmasıyla yetineceğiz. Bu gidişle de yapay zekâ insana ihtiyaç yok diyecek. Savaşlardan kurtulamalıyız kararına varınca belki de bu savaşların nedeni insan, savaşşsız bir dünya için insansız bir dünya gerek diyecek. Bugünlerdeki korku da bu. Sormadan sorgulamadan yapay zekânın gelişmesi ahlaksız bir kültürlenme sapkınlığımızla ilgili. Ne zamanki romanla, resimle, müzikle fizikle bir diyaloğa giriyoruz o zaman kültürlenme başlıyor. Sorgulamayla başlıyor. Ama bize sunulan kültür sorgulanmayacak bir kültür. Hoş ve boş vakit.
KÜLTÜRÜN PAZARLANMASI
Kültürlenme haplarını aşmak için bir diyalog lazım. Üreten ve tüketen ayrımının kalkması lazım. Daha aktif okuyucu olarak, sanatı sorgulayarak, sanatla dans ederek, tüketerek değil! O olunca sanatın gideceği yeri zorlayabiliriz. Karşımızda bize pazarlanan bir kültür sanayi var. Bizler sorgulamayan tüketicileriz. Başka şeyleri hangisi iyi diye sorguluyoruz ama kültüre gelince kültürlenme ihtiyacımızdan pek sorgulamıyoruz. Sorgulamadıkça giderek kötüleşen bir sanat mamülü, ortamı serbest buluyor. Madem halk bunu istiyor biz de bunu yapalım diyorlar.
Gılgamış’ı ayrı bir yere koyuyorsunuz. “Benim ıssız adamda kitabım Gılgamış” diyorsunuz. Neden Gılgamış?
Eskiden Homeros’tu. Meğer Odysseia, Gılgamış’ta da varmış. Ölümsüzlük, aşk, dostluk, sihir, iktidar. Büyülü gerçeklik de var, çok öz bir şekilde var. İnsan her şeye dokunmuş orada. O dokunuşları yeniden aşmaya lüzum yok! Yazmaya lüzum yok! Fakat aşkın yeni dilini yazabiliriz. Teknolojinin değişmesiyle Gılgamış’tan başka bir zamanda yaşıyoruz. Aynı Gılgamış gelse bizi tanıyamazdı.