Eda Yılmayan
Yangınla değişen bir semtin tarihi... Tatavla’nın adı nasıl Kurtuluş oldu?
Nice yangınlar geçirmiş, ahşap evleri bir gecede kül olan bir şehir İstanbul. Öyle ki Cibali’nin adı yangınlar sebebiyle uğursuza bile çıkmış. Halk arasında da Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını deyişleri türemiş. 1929 yılında çıkan Tatavla yangını ise bir semtin tamamen yok olmasına neden olmuş. Ancak bu yok oluş küle dönen evler nedeniyle değil milliyetçilik politikaları sebebiyle Rumlarla özdeşleşen bir semtin tamamen silinmesine yol açmış. Öyle ki Tatavla’nın adı bir gecede Kurtuluş oluvermiş. İşte tüm bu süreci ayrıntılarıyla inceleyen ve bir semtin değişen tarihine ışık tutan Aytek Soner Alpan’la 1929 Tatavla Yangını ve Tatavla’nın Kurtuluş’u kitabını konuştuk.
Kitabınızın girişinde her çalışmanın bir hikâyesi olduğundan söz ediyorsunuz ve Tatavla yangını üzerine nasıl çalışmaya başladığınızı anlatıyorsunuz. Yangın sadece yangın mıdır? Yoksa siyasal ve toplumsal dönüşümlerin bir tür aparatı?
Uzun denilebilecek süredir 1923 yılında Lozan Antlaşması'nın bir parçası olarak Türkiye ve Yunanistan arasında resmiyete kavuşan nüfus mübadelesi üzerine çalışıyorum. Nüfus mübadelesi hem çok katmanı olan hem de öncesi ve sonrasıyla birlikte, doğru yöntem ve kavramlarla yaklaşmanız gereken bir konu. Her konu, her tarihsel mesele için bunlar söylenebilir ancak nüfus mübadelesi tanım gereği tek yönlü bir anlatıya sığdırabileceğiniz, bir ana ya da kısa bir zaman dilimine daraltabileceğiniz bir konu değil. Meseleye böyle yaklaştığınızda da ister istemez büyük bir konu çeşitliliği sizi karşılıyor. Odaklanmanız gereken zaman periyodu genişliyor. Yunancada "ellinoturkika" deniyor. Yunan-Türk meseleleri… Bu meselelerin pek çoğu radarınıza giriyor ister istemez.
Tatavla örneğini ele alalım: Lozan'da küçük diyebileceğimiz topluluklar mübadeleden muaf tutuluyor. İstanbul Rumları da bu topluluklardan biri. Böyle bir istisna göze çarptığında ilk akla gelen bazı temel soruları sorduğunuzda dahi önünüzde oldukça geniş bir kapının açıldığını görüyorsunuz: Örneğin, "neden İstanbul Rumları mübadeleden muaf tutuldu?" ya da "sonrasında bu insanlara, bu topluluğa ne oldu?" gibi… Yunan ve Türk milliyetçiliklerinin tarihsel gelişimlerinden, modern Türkiye ve modern Yunanistan'ın şekillenmesinde son derece önemli bir dönemin siyasal ve sosyal tarihine ilişkin farklı meseleler önünüze dökülüveriyor. Tatavla'nın makûs kaderi de böyle bir mesele işte. Tarihi birlikte yoğurulmuş iki ülkenin ve iki toplumun geçmişinde birbirini yakından ilgilendiren tarihsel dönemeçler, çakışmalar, ayrışmalar, karşı karşıya gelişler var. Anlatmış olduğum bu tarihsel tortulanma pek çok basit gelişmenin, olayın, yalın şekilde kalmasına izin vermiyor. İlk bakışta basit görünen ya da doğası gereği öyle olması beklenen gelişmeler boyutlanıyor, çetrefilli bir hale bürünüyor.
Sorunuza dönecek olursam, evet, yangın çoğu zaman sadece bir yangındır. İlla bir kundaklama vakası olması, arkasında kasıt, karanlık bir el bulunması gerekmez. Bir talihsizlik, bir kaza olabilir. Konu bu kadarla da kalabilir. Ancak geçmişin bagajı, o bagajla şekillenmiş zihniyetler tarafından belirlenen politikalar, o politikaların doğrudan ve dolaylı sonuçları bunun önüne set çekiyor. Bizim örneğimizde olduğu gibi, bir yangın, bir felaket siyasal ajandalar doğrultusunda aparat haline gelebiliyor. Yangınların yıkıcılıkları oranında araçsallaşmamaları durumunda şaşacağınız bir siyasi iklim ve kültür ortaya çıkıyor.
CİBALİ’NİN ADI BÜYÜK YANGINLAR NEDENİYLE UĞURSUZA ÇIKMIŞ
Zeynep Çelik’in vakanivüs kayıtlarına dayanarak yaptığı çalışmada İstanbul’da ilk büyük yangının 2 Eylül 1633’te Cibali’de olduğunu belirtiyorsunuz. Bu yangının ardından da kayıtlara geçen 109 yangın olduğu görülüyor. Peki Tatavla’daki yangının bu yangınlardan farkı ne?
Evet, Zeynep Hoca, 1633'teki Cibali Yangını için böyle bir bilgi veriyor. Cibali sık sık büyük yangınlara sahne olduğu için adı uğursuza çıkmış bir muhit. Tatavla'nın bu denli kötü şöhreti yok ama Tatavla Yangını, İstanbul tarihindeki neredeyse rutin bir olay. Ahşap yapıların sırt sırta kurulduğu bu semtlerde soba, ocak ya da mangaldan sıçrayan bir kıvılcımın bir evi tutuşturması, buradan alevlerin bir yapıdan diğerine atlayarak geniş yangınlara yol açması çok rastlanır bir hadise.
Tatavla'da da 1929'da böyle oluyor. Mahallede ahşap bir evde bulunan rakı kazanı infilak ediyor. Bu şekilde başlayan yangın, ağır kış koşullarının etkisiyle hem hızla yayılıyor hem de bu koşullar itfaiyenin müdahalesini zorlaştırdığı için mahalledeki yangın bir türlü kontrol altına alınamıyor. İtfaiyenin, su şirketinin yetersizlikleri de buna ekleniyor ve nihayetinde gece boyunca saatlerce süren yangın mahalleyi ortadan kaldırıyor. Hikâyenin bu kısmı hiç de şaşırtıcı değil aslında. Şaşırtıcı olan Tatavla Yangını'nın kentsel alanın Türkleştirilmesi ve Rum nüfusun ötekileştirilmesi için bir araç haline gelmesi süreci. Tatavla yanıyor. Başta bu olay bir felaket, bu felaketle evini barkını kaybetmiş insanlar da yardım bekleyen mağdurlarken bir anda, sanki bir düğmeye basılmışçasına yalan yanlış haberlerle Tatavla ve Tatavlalılar hedef tahtasına yerleştiriliyor.
Dönemin Türk basınının hep bir ağızdan bunu yapışını, bunu yaparken de kullandıkları "hazır elimizde fırsat varken", "felaket olan bu yangın meğer hayırlı bir sabahın aydınlığıymış" gibi el ovuşturan ifadeleri gördüğünüzde başta şaşırmadan edemiyorsunuz. Sonra dönemi dikkatle incelediğinizde ve konuyu daha geniş bir bağlama oturttuğunuzda görüyorsunuz ki Tatavla Yangını ve onu araçsallaştırırken gösterilen cüret, aslında sistematik hale gelmiş uygulamaların, bunları türeten keskin, uzlaşmaz ve zorlayıcı bir politik programın ve bir zihniyetin parçası. Ben kitapta meselenin daha çok bu boyutuna, Tatavla'nın yangın bahane edilerek nasıl "fethedilmeye" çalışıldığına odaklanmaya çalıştım.
Yangının bir de Türkiye ve Yunanistan arasındaki mübadele sürecine denk geldiğini görüyoruz. Rum nüfusunun tamamen ülkeden gönderilmesi için mi yangın çıkarılıyor?
Tatavla'nın kasıtlı bir şekilde yakıldığına dair benim elimde bir bilgi yok. Hatta tersi… Örneğin, yakın tarihte yayımlayacağım sigorta şirketi raporlarına ulaştım. Anlattığım gibi bir kaza sonucu çıkıyor yangın, hava koşulları ve teknik yetersizlikler nedeniyle yayılıyor ve durdurulamıyor. Yangına kasıtlı şekilde geç veya eksik müdahale edildiği gibi bir spekülasyon yapılabilir ama adı üzerinde bu spekülasyon olur. Bence bunun bir önemi yok. Görünen o ki Tatavla bile isteye yakılmadı ama bile isteye yakılmış olsaydı da o yangın ancak böyle ve bu kadar kullanılabilirdi. Benim için önemli ve ilginç olan esas olarak bu gerçeğin ortaya konulmasıydı.
“ RUMLARLA ÖZDEŞLEŞMİŞ BİR MUHİT”
Araştırmanızla Tatavla’nın ve orada yaşayan halkın hedef haline getirilişini okuyoruz. Tatavla’nın önemi nedir? Neden hedef haline getiriliyor?
Tatavla, nüfusunun çok büyük kısmı Rumlardan oluşan, tarihsel olarak da Rumlarla özdeşleşmiş bir muhit. İstanbul'un en bilinen Rum mahallelerinden biri. Ancak ona rengini, hususiyetini veren tek özellik bu değil. Tatavla'nın aslî özelliklerinden biri "marjinal" bir mahalle, kimi gözlemcilerin deyişiyle adeta bir "getto" olması. Rum toplumunun sınıfsal olarak üst tabakalarını değil, daha çok alt tabakalarını barındırmasını kastediyorum. Alafranga yaşam tarzına sahip, burjuvalaşmış, varlıklı bir mahalleden bahsetmiyoruz. Bir fetih nesnesi haline gelmesi sürecinde de sık sık gündeme geldiği gibi Tatavla, kabadayıları, kanun kaçakları ve kimsenin yan gözle bakmaya cesaret edemediği tulumbacılarıyla, zaman zaman asayiş zaman zaman ahlaki açılardan tehdit olarak görülen karnavalıyla meşhur bir yer. Doğal bir uzantısı olduğu Galata ve Pera bölgelerindeki eğlence ve fuhuş sektöründe çalışanların ağırlıklı olarak yaşadığı yerlerden biri Tatavla. Bu "marjinal" karakteri onu bir araştırma konusu olarak çekici kılarken, aynı zamanda 1929'da müdahaleye daha açık hale getirmiştir, demek mümkün.
CELAL NURİ İLERİ’NİN UYDURDUĞU “TOPRAKDAŞ” SÖZCÜĞÜ
O dönem yayımlanan gazete yazılarını okuduğumuzda bugünden pek de farklı bir durum olmadığını görüyoruz. Örneğin “camisiz ve minaresiz Tatavla” tanımı yapılıyor. Bir de “toprakdaş” ifadesi var. Tüm bunlar neyi ifade ediyor?
Millet dediğimiz topluluk, kendiliğinden ortaya çıkan ve tarihi olmayan yani gökten düşmüş, ezeli ve ebedi bir oluşum değil. İradi müdahalelerle ortaya çıkarılan, şekillendirilen ve ona yüklenen anlamın egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda değiştiği bir kolektiviteden bahsediyoruz "millet" derken. Dolayısıyla, bu kolektiviteye kimin dahil olup kimin olmayacağı, milletin makbul üyesinin nasıl olması gerektiği yeniden ve yeniden tarif ediliyor. Sonradan İleri soyadını alacak Celâl Nuri'nin yazılarında kullandığı "toprakdaş" ifadesi burada anlam kazanıyor. Celâl Nuri'nin Rumlara "vatandaş" ya da "yurttaş" dememek için uydurduğu bir sözcük bu. Rumları milleti oluşturan ortaklaşmanın ve hukukun dışına itiyor. Onlarla aynı kolektif kimliği, bir vatanı ya da yurdu paylaşmıyoruz. Onların vatan olarak görmediği ve varlıkları nedeniyle bir türlü tam manasıyla vatan olamayan bu toprak parçası üzerinde mecburen bir arada bulunmak zorunluluğu dışında bir ortak noktamız yok. Böyle olunca, arızi bir durum olarak görülen bu mecburi beraberliği ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu noktada da milletin mekânsal olarak nasıl kurulacağı sorusu devreye giriyor. Elimizdeki topraktan nasıl vatan türeteceğiz? Bastığımız yerler toprak olmaktan nasıl çıkacak? Bu nedenle birtakım toprakdaşları tasfiye ederken onların "minaresiz, camisiz" mekânlarını dahili bir fethin konusu haline getiriyoruz. Zoraki toprakdaşların yaşadığı camisiz, minaresiz Tatavla, bu şekilde "organik" yurttaşların yaşadığı Kurtuluş oluyor.
Basında çıkan haberlerle birlikte bir anda semtin adı Kurtuluş oluveriyor. Neden bu isim seçiliyor? Nasıl bu kararın alındığı bilgisine ulaşabildiniz mi?
Nasıl bir iç tartışma yürüdü, bu tercih nasıl yapıldı, bu "cin fikir" kimin aklına geldi bilmiyoruz. Keşke bu konuda en azından bunların ipuçlarını taşıyan birtakım yazışmalara, zabıtlara ulaşabilseydim. Mart ayının sonuna doğru bu kararı belediyenin aldığı ve aldığı kararı "icap eden muamelenin yapılması için" İstanbul Valiliği'ne bildirdiğini basından öğrenebiliyoruz. Bu hususta merkezi ve yerel düzeyde bürokrasinin farklı kademeleri arasında bir yazışma sürecinin hayata geçmemiş olması mümkün değil. 1930'larda ve 1940'larda sıklıkla gördüğümüz yer adı değişikliklerine dair İçişleri Bakanlığı'nın incelemeleri, Bakanlar Kurulu kararnamelerine arşivde ulaşmak mümkün. Hatta İstanbul Limanı'nda bağlı balıkçı motorların adlarının değiştirilmesine ilişkin dahi yazışmalar var arşivde ancak bu konu yok.
Aslında bu yokluk hali de bir şeyler anlatıyor ve pek de şaşırtıcı değil ama yine de ümit etmekten vazgeçmiyorum.
YUNANİSTAN İÇİN BİR TRAVMA TÜRKİYE İÇİNSE ZAFER
Peki Türkler yangının ardından Tatavla’nın adını unuturken Rumlar için nasıl bir durum ortaya çıkıyor? Toplumsal hafıza nasıl şekilleniyor?
Toplumsal hafıza çok katmanlı ve karmaşık bir mesele. Bu sorduğunuz soru da aslında oldukça kapsamlı bir yanıtı hak ediyor ama kısaca şunu söylemek mümkün. İki ülkede geçmişe ve bilhassa bu döneme nasıl yaklaşıldığıyla ilgili bu mesele. Anadolu'da Yunan ordusunun uğradığı hezimet, geri çekiliş, Yunanistan'ın yaşadığı muhacir şoku ve buna mukabil yaşananlar modern Yunanistan'ı her düzeyde belirleyen, izlerini bugün de görebildiğiniz bir kurucu travma ve Yunanistan, kendi açısından bu kaybı ulusal tarihine öyle merkezi bir biçimde işliyor ki bunun unutulması, üzerinden atlanılması mümkün değil. Türkiye için ise aynı süreç kurucu bir zafer. Dolayısıyla, Türkiye bu sürecin tarihini büyük bir kurtuluş anlatısının içine yerleştiriyor. Ezeli ve ebedi Türk yurdunun dış güçlerden ve işbirlikçilerinden kurtarılmasını anlatan bu tarih okumasındaysa, doğal olarak bu söylemin gerçekliğine gölge düşürecek "detaylar" bahsettiğim anlatıdan dışlanıyor. Bu nedenle Türkiye'de nüfus mübadelesi ve Rumlar, bu toprakların zamanında başka halklar tarafından da anavatan olarak benimsendiği, bu halklarla birlikte yaşadığımız fikri gibi hususlar tepeden müdahalelerle ve sistematik biçimde toplumsal hafızamızdan siliniyor. Tatavla'nın Kurtuluş haline gelmesi de bu tepeden müdahalelerden biri aslında. Çok kısaca ve biraz kaba biçimde söyleyecek olursam, Yunanistan tüm bu süreci ilanihaye hatırlamaya, Türkiye ise unutmaya karar veriyor tarihlerini yazarken.
BİR ACAYİP TATAVLA HİKAYESİ
Tatavla Dilberi Sokrati hikâyesini okuduğumda çok şaşırdım. Siz araştırmanız sırasında bu hikâyeyle karşılaşınca neler hissettiniz? Bu kadarını bekliyor muydunuz?
Mide bulantısı desem… Kitapta da açıkça anlatıyorum. "Tatavla Dilberi Sokrati" başlığını ilk gördüğümde bir yanlışlık olduğunu düşündüm. İkdam gazetesinde öykünün içeriğine ilişkin duyurular yayımlanmaya başladığındaysa tuhaf bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark ettim. Öykünün reklamları dahi son derece saldırgan bir dille yazılmıştı. Tatavla bir ahlaksızlık bataklığı, milletin ahlakını ve sağlığını bozan bir mezbele olarak tarif ediliyordu. Öykü yayımlanmaya başladığında ise görüyorsunuz ki Tatavlalı genç bir gey erkek olan Sokratis, yaşlı Türk erkeklerini "ağına düşürüp" servetlerine konmaktadır. Türüne az rastladığımız bir malzemeydi. Bu malzemeyi de hem Tatavla'nın ulusal muhayyileden dışlanma sürecinin bir parçası olarak ele aldım hem de erken cumhuriyet dönemi milliyetçiliğinin toplumsal cinsiyet ilişkileri, farklı erkeklik anlayışlarına yaklaşımı, azınlıkların cinsiyetlendirilmesi bağlamında tartışmaya çalıştım.
Tefrika öykünün Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’si ile Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanı arasında durduğunu söylüyorsunuz. Özellikle bu hikâyeyle Rumların hedef alındığını söylemek mümkün mü? Nasıl bir siyasal düzen tahayyülü kurulmuş?
Öykünün açıkça ve altını çizerek söyleyeyim edebi hiçbir kıymeti yok. Siyasal ve ideolojik olaraksa çok "sıkı" örülmüş bir metin. Ne yazdığını ve neden yazdığını son derece iyi bilen biri tarafından kaleme alındığını söylemem lazım. Ardında büyük bir siyasal bilinç ve kasıt var. Yazar sapkınlık olarak gördüğü bir dizi fiili ve envai çeşit ahlaksızlığı başta Tatavlalı Sokratis'e ama yalnızca ona değil tüm Tatavla'ya ve bilinçli tercihler, metne içkin sembolizm neticesinde okuyucunun gözüne soka soka tüm Rum cemaatine teşmil ediyor. Başta Tatavla ve Tatavlalılar olmak üzere Rumlar Türk milletiyle birlikte yaşaması mümkün olmayan, Türk'ün ahlakına, sağlığına, temizliğine ve güvenliğine zararlı unsurlara dönüşüyor.