Bahattin Yücel
Türkiye ve Suriye
Cumhuriyete giden süreci yöneten kadronun belirleyici kimliği, asker ağırlıklı olmalarıydı. Mustafa Kemal dahil üst yönetimi oluşturanlardan İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Cemal Paşa ya da Enver Paşa gibi İttihat ve Terakki’nin önderleri değillerdi.
Onları Enver, Talat ve Cemal Paşa üçlüsünden ayıran en önemli yanları gerçekçilikleriydi.
Osmanlı Yönetiminin zayıf yanlarını savaş meydanlarında gözlemişler, Anglo-Sakson ekseninde kurulan, Yeni Dünya Düzeninin Bölgeye ilişkin tasarımlarını fark etmişlerdi.
Almanya ile İngiltere arasında oluşan kümelenmenin, Ekim 1917 Devrimiyle Rusya’nın kendi kabuğuna çekilmesinin, Ortadoğu’da dengeleri bambaşka bir yörüngeye çektiğini anlayacak kadar birikimleri vardı.
Cumhuriyeti kuranlar, Türkiye’nin geleceğini tasarlarken, Ortadoğu’ya olan ilgilerini en aza indirdiler. Kısaca uzak durdular.
Lozan‘da sağladıkları Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını, Kurtuluş Savaşı öncesinde duyurulan, “Misak-ı Milli” açıklamasından daha geriye doğru çektiler. Batı Trakya ve Musul konularında ısrarcı olamadılar. Montrö’ye kadar Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını ertelemeyi göze aldılar.
Cumhuriyeti kuran kadronun yaklaşımı, Afganistan’dan sınırlarımıza kadar uzanan coğrafyada, Türkiye’yi bölgedeki diğer ülkelerden çok farklı konuma taşıdı. Cumhuriyetin politikası, Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesine dönüşmesini engelledi.
DP’nin 1950-1960 yılları arasındaki iktidarı sırasında, İnönü’nün son yıllarında başlatılan önce NATO ardından ABD eksenli dış politika çizgisi, 1957 yılından sonra Menderes’i, Suriye’nin Mısır ile birleşmesini amaçlayan Birleşik Arap Cumhuriyeti oluşumuna, askeri önlemlerle karşı çıkma denemesi yapmaya yöneltti.
İslahiye’de sınıra yığılan zırhlı birlikler, Suriye’deki Baas İktidarının sol kanadını oluşturan, Dr. Nurettin Attasi’yi iktidardan indirmeyi amaçlıyordu. Ancak Sovyetler Birliği lideri Kruşçev’in, Doğu Berlin ziyareti sırasında verdiği bir demeç, Türkiye’yi Suriye’ye karşı bir askeri harekattan vaz geçirdi.
Yıllar sonra Türkiye’nin Kıbrıs sorununun etkisiyle Ortadoğu ülkeleriyle geliştirdiği siyasal ilişkiler yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Özal’ın Irak’ın işgali ve bölünmesine uzanan süreçteki tutumu ise ilerideki yıllarda izlenecek dış politika çizgisini tayin etti.
Türkiye’de laikliğin vazgeçilmezliğini savunanların uyarılarını dikkate almayan bir dönemece girildi. Müslümanlık Türkiye’nin Ortadoğu politikasının ideolojik formatını oluşturmaya başladı. 1991-2002 yılları arasındaki koalisyonlar döneminde, Demirel’in tutumuna karşın Özal ile başlayan ve gariptir son dönemlerinde Ecevit’i de etkileyen, Sünni inancı temelindeki Nakşibendi akımın siyasete etkilerini güçlendirdi.
Kamu kuruluşları ve silahlı kuvvetler, Nakşi kökenli Nurculuk ve sonunda FETÖ olarak adlandırılan grupların etki alanlarına girdiler.
Belli ki, ABD ve yakın müttefiklerinin Ortadoğu’ya ilişkin yeni planları vardı. Sıra Suriye’ye gelmişti.
AKP İktidarı, Suriye’ye olan ilgisini inançla gölgeleyerek, ABD’nin çıkarlarına uygun yörüngeye oturttu. Henüz açıklığa kavuşturulmayan kayıt dışı ekonomik ilişkiler yanında ABD-İngiltere destekli, İslamcı terör örgütlerinin lojistik ve barınmalarını destekledi.
İki gündür Suriye’de bu örgütlerin Türkiye desteğinde egemen oldukları bölgede, bayrağımıza saldırmaları, Türkiye’den giden araçları kurşunlamaları ve yakmaları, büyük olasılıkla Rusya’nın Suriye’deki varlığını anımsatmasından kaynaklanıyor olmalı.
Rusya’da kuşkusuz 1957-58 de lider olan Kruşçev ve SSCB-KP artık yok. Ama dış politikaları kişilerden hatta bırakın kişileri, rejim değişiklerinden bile etkilenmişe benzemiyor.
Üstelik bu kez sınırlarımıza yakın kentler ve başta İstanbul, büyük kentlerimizde yaşayanlara bakılırsa, Türkiye’nin Suriye’de olmasından çok Suriye Türkiye’nin içinde. Önlem alınmazsa kestiremeyeceğimiz kadar ağır bedeller ödeyebiliriz.