Yaşar Seyman
Korkma! Korkusuz ol!
Ülkenin her köşesine konuşmak için koşmak…
Konferans konuşmaları için yollardayım, alanlardayım, garlardayım; yıllarım böyle geçti. Yollar, kıvrım kıvrım yollar. Özlemimi, heyecanımı döktüğüm yollar, bana yoldaşlık ettiler. Tutkuluyum tıpkı halkım gibi. Akıl cebimdeki sözcükleri yollara, bulutlara, sulara döke döke yol alıyorum.
Çabalamakla geçti ömrüm. İnsanların, kadınların kaderini değiştirmeye çabalamakla. Bir konuşmada, “kendini yeniden yaratan kadınlara gereksinimimiz var” cümlesi ansızın ağzımdan çıktı. Çıkınca, bazı tanımlarım gibi bu da benim olmaktan çıktı. Yollarda bazen ben, bazen sözcüklerim, dağınık, paramparça, bazen de aşkla döküldüler hep. Gerçek olan şu ki, konuşmalarımla değiştirmeye giderken, ben de değişerek döndüm. Tüm bu dönüşlerde gönlüme umut çiçekleri ektim.
Anadolu yollarında giderken çoğu kez kendimi bir ağaç gibi tek ve yalnız duyumsadım. Dostum fotoğraf sanatçısı İbrahim Demirel’in fotoğraflarındaki ağaçlardım sanki. Oysa dinleyenlere düşüncelerimi anlatıp, onlarla kucaklaşıp, uğurlanırken gözlerindeki ışıltının yansıdığı dönüş yolunda yalnızlığım çoğalıyordu.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine / bu hasret bizim...”
Sendikacılığımın ilk yıllarında danışma kurulumuzda bir konuşma yaptım. Diyarbakırlı Necip ağabey, “Kızımın sana benzemesini isterim” diye kutlayınca bu söz yaşamım boyunca beni izledi. Necip ağabey de çok uyanık, hep kendi keyfini düşünüyor. Kızı bana benzeyince damadın keyfi kaçacak, onu hiç düşünmüyor.
Erkek egemen bakışın öyle sözleri, öyle örnekleri, öyle buluşları var ki, biz yılın 12 ayı kadın hakları konuşsak ancak yol alabiliriz. Erkekler kalelerini öyle sıkı koruyorlar ki. Bir de kadın hakları konuşmasında gerim gerim gerilerek, “Niye yakınıyorsunuz ki, bu erkek çocuklarını siz anneler yetiştirmiyor musunuz” diye sorma cesaretini göstermiyorlar mı? Sanki onları da bir anne yetiştirmemiş gibi…
Bu konuşmalar, bu koşuşturmalar sonunda yorgun, bitkin ama mutlu ve de aç dönüyorum çoğu günler. Hemen her akşam yemek yemeden uykuya dalıyorum. Kulaktan gıda vermek ve almak insanı farklı kılıyor…
Suat Taşer’in “Konuşma Eğitimi” kitabında konuşmaya yönelik birçok düşünür ve yazardan, dilbilimciden ne özlü sözler okudum: “İnsan konuşan hayvandır” diyor Aristo. “Konuş ki, seni görebileyim…” Yıllardır konuşanları dinliyor, konuşmaya başlamadan zihnimde çağrıştırıyor ve konuşuyorum.
Yaşam boyu çokça karşılaştığım, “Türkçeniz ne güzel” diyenlere, “Yunus Emre’nin ülkesinde insanın Türkçesi duru, su gibi berrak, engelsiz akmaz mı” diyorum. Başlıyorum, Yunus Emre’den dizelere:
“Sözünü bilen kişinin / Yüzünü ağ ede bir söz / Sözünü pişirip diyenin / İşini sağ ede bir söz...”
Kaç toplum önünde konuşan, seslenen insanın kulağına küpedir bu dizeler. Yunus şiirini şöyle sürdürür:
“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Balıla yağ ede bir söz…”
Bugün topluma seslenen bazı konuşmacılar, var olan linç kültürünü, şiddet ortamını bir de sözlü tokatları ile alevlendiriyorlar. Oysa Anadolu’da ne güzel söylenir: “Yiğidi kılıç kesmez, bir acı söz öldürür.”
Konuşmaya yönelik öyle atasözlerimiz var ki, hem kadın konuşmacı olmak hem de bu sözlerin izini silmek kolay değildir. Atadan, dededen duyulan atasözleri öyle dillere dolanmıştı ki, bilmeyen, duymayan yok gibiydi. Gelin birlikte bakalım:
“Söz gümüşse, sükût altındır.”
“Dil susmayınca baş esen olmaz.”
“Bülbülün çektiği dili belasıdır.”
“İki dinle, bir söyle.”
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”
Kendime yakın bulduğum işte şu iki atasözüdür:
“Söz gümüşse, sükût altındır.”, “İki dinle, bir söyle.”
Erenlerin dediği gibi; “Yanlış üslup, doğru sözün celladıdır.” Yani, ne konuştuğumuz, nasıl konuştuğumuz, seçtiğimiz sözcükler de bir o kadar önemlidir…
Suat Taşer’in kitaptaki şu sözünü kutup yıldızım seçtim:
“Mademki konuşmuyorsun, o halde yoksun. İnsan, insanlığından olur konuşmayı konuşmayı...”
Karacaoğlan der ya: “Yiğit sevdiğinden soğur, sarılmayı sarılmayı...”
Yazmak da konuşmak da korkusuz olmalı…