Pelin Batu
Çölün Kraliçesi Gertrude Bell
Osmanlı İmparatorluğu’nun lağvoluşundan sonra savaş alanına dönmüş, sömürülmüş, pasta gibi dilimlenip kaderine terkedilmiş, Sünni/Şii ayrımı gözetmeksizin, Yahudi varlığının ötekileştirilmiş bir azınlık olduğu günlerde Ortadoğu’nun inşa ediliş hikâyesinde ön plana çıkan yazar, arkeolog, çevirmen, seyyah ve casus Gertrude Bell, nam-ı diğer “çölün kızının” doğum günü bugün. 14 Temmuz 1868 yılında dünyaya gelmiş olan Gertrude ile ilgili çokça makale yazılmış ve bana göre vasat filmler çekilmiştir.
Hayatı sadece kendi zamanı için değil, günümüzde de şaşırtıcı derecede maceraperest sayılacak, inanılmaz bir hayat. Böyle heyecanlı bir hayat yaşamış olmasına ve günümüz Ortadoğu dinamiklerini anlamak için bir dinamo olmasına rağmen “Arabistanlı Lawrence”ın gölgesinde kalarak tarihin sayfalarında flulaşmış bir karakterdir. Oysa günlükleri ve mektupları bize Büyük Britanya’nın ücra bir ofisinde Irak, Ürdün ve Suriye’nin nasıl “icat edildiğini,” İsrail’in doğumuyla Filistin’in ölümünün nasıl geldiğini gösteriyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın ‘Şark Cephesi’nde yaşananlar, günümüzde yaşanan felaketleri çok daha iyi anlamamızı sağlıyor. Ayrıca her savaşta bir Anglo-İngiliz parmağı arayan komplo-teorisyenleri için de bulunmaz bir nimet çünkü yüz küsur yıl evvel yaşananlar günümüze nasıl bir saatli bombanın patlayacağını açık etmiş. Hatta Gertrude Bell, olacakları görüp mesai arkadaşlarını uyarmış bile. Oraya gelmeden, Gertrude’un başlangıcına dönelim.
Gertrude Margaret Lowthian Bell, Viktorya Çağı’nın mükemmel bir numunesi olmakla birlikte, kadını içine tıkmak istedikleri bütün korseleri ve kalıpları da kıran bir insandı.
Güneşin batmadığı bir imparatorlukta, zengin ve nüfuzlu bir ailede dünyaya gelmenin bütün faydalarını kullanarak, gri İngilteresi’nden erken kaçmış, Alplere tırmanmış, Arabistan’ın çöllerini sadece bir uşakla defalarca geçmiş... Binbir Gece Masallarını hayal ederek büyümüş jenerasyona mensup bir İngiliz burjuvası olarak hayallerini kendi eline almış ve ülkesinden genç yaşta ayrılmıştır. Tabii ailesinin parası olması, siyasetçi ve hariciyeci akrabalarının olması da önünü açmıştır.
EN ZENGİN 6. AİLE
Ailesi zamanında Britanya’daki en zengin altıncı ailesiydi. Ailenin demir çelik fabrikaları ve madenleri vardı, mesela Avustralya demiryolunu ailesi inşa etmişti. Aristoktrat bir aile değildi ama eğitime ve kendini geliştirmeye ehemmiyet verdikleri için zamanın en önemli bilim insanları ve yazarları onları her daim ziyaret ederdi. O yüzden de Gertrude Bell dedesinin evinde Charles Dickens, Charles Darwin, R.L. Stevenson ve William Morris gibi mühim insanlarla çocuk yaşta tanışmış, onların gezilerinden etkilenmişti. Dedesi liberal kanattan parlamento mensubu, hayat boyu idolü ve ilham kaynağı olacak babası Sir Hugh Bell ise hem nüfuzuyla hem bilgisiyle Gertrude’un yaşadığı hayatı yaşayabilmesinin önünü açacaktı.
17 YAŞINDA OXFORD ÜNİVERSİTESİ’NDE
17 yaşındayken Oxford’da okuma şansına erişen nadir kadınlardan biri olan Gertrude, iki yılda “modern tarih” bölümünü bitirdikten sonra mezun olmuş, Londra’daki sosyal çevrelerde gezinip evliliğin kendisi için olmadığını anladıktan sonra kendini büyükelçi amcasının yanında bulmuştur.
1891-94 yılları arasında İngiltere’nin İran elçisi olan Sir Frank Cavendish Lascelles’i ziyaret ettikten sonra gezme merakı depreşmiş, gezme ve keşif onun hayat biçimine dönüşmüş, henüz 24 yaşındayken 1894 yılında İran’la başladığı gezilerini kitaplaştırmıştır. Ayrıca Hafız’ın Divanını Farsçadan çevirmiştir.
TÜRKÇE DAHİL 6 DİLİ MÜKEMMEL KONUŞUYOR
Bu gezilerinden ve güncelerinden zamanın Ortadoğu’sundaki sosyal hayat ve siyasi hatlara dair çok şey öğreniyoruz. Tarihe ve arkeolojiye meraklı Bell, kendi ailesinin nüfuzunu da kullanarak arkeolojik kazılara katılmış, hatta Binbir Kilise’nin kazılarını bizzat üstlenmiştir. Farsça, Arapça, Türkçe, Fransızca, Almanca ve İtalyancayı mükemmel öğrenmiş, yerlilerle kendi dillerinde konuşup hayatlarına, siyasi meselelere derinlemesine nüfuz etmişti.
OSMANLI ONA TÜM KAPILARI AÇMIŞ
Gertrude Bell’in savaş öncesi günlüklerini tarayınca Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına dair çok ilginç şeyler öğreniyoruz. 1899’da Ortadoğu’ya dönen Bell, şehir şehir gezip yüzlerce insanla tanışmış. Bu ilişkileri, yıllar sonra işine çok yaramıştır. Zamanın Osmanlı yetkilileri, onu bir arkeolog ve bilgin, ama daha çok çılgın bir gezgin olarak gördükleri için bütün kapıları açmıştır.
23 Nisan 1905’te Adana’dan ailesine, “Yardımsever bir Kürt olan vali, bana yolculuğum için bütün kolaylıkları sağlayacağını söyleyip bronz bir aslan heykelciği hediye etti, sanıyorum Grek döneminden” diye bir mektup atmıştır.
1907’de Ortadoğu gezilerini “Çöl ve Ekilmiş” adlı bir kitapta toplar. Bu kitabın önemi, Şam, Kudüs, Beyrut ve Antakya gibi şehirlerin tasvirleri değil, Bell’in dönemin emperyalist bakış açısıyla ters düşen felsefesi; zira Osmanlı’nın parçalanıp diğer Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılacağını öngördüğü için, T.E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence) gibilerinin aksine İngiltere’nin bölgedeki Arapları değil, Osmanlıları güçlendirmesi gerektiğini savunur. Bu görüşleri, yıllar sonra onun için sorun çıkaracaktır çünkü savaş döneminde Arapları destekleyip modern Ortadoğu’yu kuran birkaç kişiden biri olur. Bu yüzden olacak ki, T.E. Lawrence, ilmine saygı duymakla birlikte, onu fırıldak bir rüzgârgülü gibi taraf değiştirmekle suçlar. Sykes-Picot Antlaşması’ndan bildiğimiz diplomat Sir Mark Sykes ise daha acımasızdır. Bell için, “Kendini beğenmiş, boşboğaz, şeytani bir yalancı” gibi tanımlar kullanmıştır. Bu arada Sykes’ın ciddi bir kadın düşmanı olduğunu da parantez içinde belirtmek gerekir!
Bell’in bu fikir değişikliğine dair savunması ise gayet anlaşılır. Abdülhamid’in düşüp İttihat ve Terakki’nin güçlenmesiyle Osmanlı’dan iyice uzaklaşan Araplar, ulusalcılığı keşfeder. ‘Bu durumda, diğer Avrupalı devletler nemalanacağına, İngiliz kontrolünde olsun’ demeye gelmiş. Petrol ve tarihi ganimetler de cabasıdır.
AŞK HAYATINA GELİNCE...
Gertrude Bell’in aşk hayatına gelince, çoğu tarihçi tüm mektuplaşmalarından ve günlüklerinden hareketle çeşitli defalarda aşık olduğunu ama bunların hepsinin platonik düzeyde kaldığı konusunda hemfikir.
Biz Nicole Kidman’ı Gertrude Bell olarak izleyince, aşlarının ateşli olduğunu sanabiliriz ama evli bir adamla mektuplaşmanın ötesine gitmemiş ve büyük bir ihtimalle bakire ölmüş bir kadından bahsediyoruz. Evli adam dediğim Charles Doughty- Wylie adlı bir asker. Gertrude ile yazışmaları ise çok trajik ve dokunaklı olmakla birlikte zamanın çeşitli olaylarına ışık tutuyorlar.
Yarbay Doughty-Wylie, 1909 yılında Mersin’de İngiliz askeri ateşesidir. İngilizler için bölgedeki pek çok Ermeni’yi kurtarıp Mersin’de hastane kurduran bir savaş kahramanıdır. Bell ile Doughty-Wylie’nin üç yıl süren platonik ilişkilerini mektuplarından sezebiliyoruz. 1913-15 yılları arasında birbirlerine sürekli yazıyorlar. Mutsuz bir evliliğin içinde olan Doughty-Wylie eşinden bir türlü boşanamıyor çünkü eşi intihar etmekle tehdit ediyor. Bell de bir süre sonra “Ondan ayrılmazsan ben intihar edeceğim” diye karşılık veriyor. Mektuplarından, Doughty-Wylie’nin Bell’e aşık olduğu ama dönemin baskılarından dolayı elinin kolunun bağlandığı anlaşılıyor. Soluğu Çanakkale Savaşı’nda alıyor. Askerler, Çanakkale’ye geldiğinde, Doughty-Wylie’nin müntehir bir halde olup cephede silah bile taşımayıp Türk tarafından gelen kurşunlardan kaçmadığını söylüyorlar. Ancak Doughty-Wylie’nin daha önce görev yaparken tanıdığı ve Mecidiye Ödülü aldığı Türklere olan saygısından dolayı silah kullanmadığı ve emrindeki askerleri elindeki bastonla hedefe yönelttiği de söyleniyor. Sonunda, Yarbay Doughty-Wylie, 26 Nisan 1915’te, çıkarmanın ertesi günü Seddülbahir’de kafasından vurularak öldürülüyor. Diğer bütün askerlerin naaşları V plajına taşınırken bir tek onu, öldüğü noktada bırakırlar. Ölüm haberini alan Bell’in, aşık olduğu adamın mezarını ziyaret ettiği söylenegelir. [Ancak son belgeler Wylie’nin Seddülbahir’deki mezarını ziyaret eden kadının eşi Lilian Doughty-Wylie olduğu düşüncesi üzerinde yoğunlaşılıyor.]
Bell’in, Doughty-Wylie’ye son sözlerinden biri, “Sensiz yaşayamıyorum” oluyor... Onsuz tam olarak yaşayamıyor da. Hayatının sonuna kadar bu aşkı unutamadığını, içini kemiren yalnızlıktan ancak kendini işine vererek uzaklaşmaya çalıştığını itiraf etmiştir. Ama ne işe vermek...
BUGÜN YAŞASAYDI...
1926’da uyku hapları alıp kimilerine göre intihar kimilerine göreyse doz kaçırmadan ölene kadar Gertrude Bell, kralların danışmanı. Bağdat müzesinin kurucularından (en son Amerikalı askerler tarafından yağmalanan Irak Müzesi’nin girişinde Gertrude Bell’in bir büstünün olması da bu yüzdendir), Kahire ofisinde Ortadoğu’nun geleceğini planlayan grubun içinde yer alanlardan biri olarak günümüzdeki pek çok ülkenin kurulmasında, haritasının çizilmesinde rol almıştı.
Ayrıca kadınların eğitimi, Irak’ta kütüphanelerin kurulması için de çabalamıştır. Bugün yaşamış olsaydı, büyük bir ihtimalle bu Sünni Ortadoğu Projesi’nin İngilizleri zenginleştirmekle birlikte bir cehennem yarattığını gözlemleyecek, insanın ve tarihin sürekli talan edilmesini eleştirip utanacaktı.