Begüm Erdoğan

Begüm Erdoğan

Tokyo'da "Yalnızlık"

Bu iki film Japonya’da geçiyor ve benzer uzamlarda yalnızlığın iki tamamen farklı portresini çiziyor. Bir tarafta Sofia Coppola’nın kalabalık ama yalnız Tokyo’su, diğer tarafta Wim Wenders’ın yalnız ama huzurlu Tokyo’su. İki farklı batılı yönetmenin Japonya’da geçen ve “yalnızlık” üzerine düşündüren anlatıları bunlar.

Wim Wenders’ın filmi “Mükemmel Günler”de o kadar az olay hatta konuşma var ki filmi izlemekte zorlanabilirsiniz. Onun Hirayama’sı enteresan bir adam. Pek az konuşuyor ama her daim dinliyor. Oysa Sofia Coppola’nın “Bir Konuşabilse”sinde Bob ve Charlotte konuşmayı derinden arzu ediyor yine de dil bariyeri sebebiyle yalnızlaşıyorlar. Bu durumsa onları birbiriyle paylaşmaya yönlendiriyor.

Mükemmel Günler (Perfect Days), 2023 (MUBİ)

Film aslında çok basit. Bir adam var adı Hirayama, Tokyo’da işine gidiyor, katılaşmış rutinini sebatla devam ettiriyor ve anlarının her birinin farkında olarak telaşsız bir şekilde yaşıyor. Film içerisinde ufak tefek olaylar oluyor. Mesela kız kardeşinin kızı onu ansızın ziyarete geliyor. Başka bir gün çalışma arkadaşının tavlamaya çalıştığı kız arkadaşıyla çalışıyor. Filmde diyalog az, aksiyonsa neredeyse yok ama bu düşünmek ve hissetmek için alan açıyor.

Aynı zamanda bir fotoğrafçı olan yönetmen Wim Wenders, filminde çok ilginç bir şey yapıyor. Fotoğrafçılıkta olduğu gibi bir hayatın da “dikkatli gözlem”le nasıl şekillenebileceğini derinlemesine inceliyor. Ana karakteri Hirayama iki unsurla hayatına huzur ve keyif katıyor. Birincisi, çevresinde akan yaşantıyı gözlemleyerek hayatın bilinçli bir şekilde içinde kalıyor. İkinci olarak da kendi zihnini, okuduklarıyla, dinledikleriyle her daim zengin tutuyor. Bu yöntemle çok yalnız görünen hayatının içinde derin bir huzur kurguluyor.

Bir şeylerden kaçmış olabileceğini de hissediyoruz Hirayama’nın. Başka bir hayatta karizmatik ve popüler biriymiş gibi. Ancak filmin zamanında o yerlerini süpüren kadının rutin sesine uyanıyor. Günü kucaklıyor. Kahvesi elinde gülümsüyor. İşini her daim incelikle yapıyor, tuvalet temizlemekten, insanlardan gocunmuyor. Hayatına girmek ve çıkmak isteyen insanlara alan açıyor ve istedikleri gibi davranmalarına izin veriyor. Onun acelesi yok, tutunduğu bir şey yok. Bağlantısız görüntüsünün içinde hayata derin kökler salmış sakin bir adam var.

Bir Konuşabilse (Lost In Translation), 2003 (Netflix)

Bill Murray’in oynadığı Bob, orta yaş krizine benzeyen bir dönemden geçen ünlü bir oyuncu. Scarlett Johanson’ın oynadığı Charlotte ise eşiyle Tokyo’ya gelmiş ruhen kayıp bir kadın. İkisinin de dilini bilmediği bu ülkede şans eseri tanışırlar ve paylaştıkları yalnızlık duygusuyla aralarında bir dostluk başlar.

Hollywood’un basmakalıp hikayeleri arasından bir cevher gibi ayrılıyor Sofia Coppola’nın filmi. Bu iki yalnızın arasında bir aşk hikayesi geçmesini bekleyebilirsiniz ya da Charlotte’un kocasının bir anda odayı bastığı bir an içerisinde yakınlıklarının ifşa olmasını. Ancak bunun ötesine geçiyor Coppola ve hikayenin duygusal derinliğini tamamen elinde tuttuğunu gösteriyor bize. Bir taraftan da Bill Murray ve Scarlett Johanson mükemmel oyunculuklar sergiliyorlar. Sonuçta empati duyuyorsunuz, bu karakterlere ve onların var oluş sancılarına.

….

Bu filmler bize yalnızlık hakkında farklı anlatılar sunuyorlar ve ikisi de uluslararası film camiası tarafından çok seviliyor. Sofia Copolla, yalnızlığı paylaşmanın özel olduğunu hissettirirken, Wenders ise yalnız var olmanın tek gerçek olduğunu hissettiriyor. Onu kaçınılması gereken bir şey değil, yalnızca var olmanın doğal bir uzantısı gibi kabul ediyor ve kucaklıyor.

Platformlarda Ailecek İzlenecek Filmler

Başlığa aldanmayın, tek başınıza da elbette izleyebilirsiniz (ben de öyle yaptım )

begum-site-gorsel.jpeg

  1. Soul, 2020 (Disney+)

Hayatın anlamı ve tutkularla ilgili dokunaklı bir hikaye anlatıyor “Soul”. İngilizcede hem “ruh” anlamına geliyor, hem de başkarakteri Joe Gardner’ın tutkusu olan müzik türüne işaret ediyor filmin ismi. Hayata müzik üzerinden bağlanan Joe, müziği profesyonel olarak icra etmenin hayalini kurmaktadır ancak hayalleri bir kaza sonucunda yarıda kalır. Henüz dünyaya gelmemiş ruhlar arasında bulur kendini. Metafizik konularına, insanın ruhu ve var olma amacı üzerinden bakan yapım, Joe’nun yoldaşı (bir ruh olan) “22” sayesinde daha da kalbi ısıtan bir yere doğru gidiyor ve gencinden yaşlısına izleyicilerin kalplerini ısıtmayı başarıyor. İzlerken aynı zamanda müzik kültürünün de eteklerinde dolaşan yapım, sarsıcı bir duygusal yolculuğa çıkartıyor bizi.

  1. Ters Yüz (Inside Out), 2015 (Disney+)

14 Haziran’da ikincisi gelecek olan bu aile filmi duygularımızı anlamlandırmak için harika bir rehber. Pixar stüdyosunun başyapıtlarından kabul edebileceğimiz bu değerli yapım, genç bir kızın iç dünyasında geçer. Riley ergenliğe girerken, hisleri “Neşe” “Öfke” “Hüzün” “Korku” ve “İğrenme” yeni bir düzen kurmaya çalışmaktadır. Oldukça dokunaklı ve eğlenceli bir film olan “Ters Yüz” çocukluğun saf ve basit duygularından, ergenliğin karmaşık ve dalgalı sularına geçiş yapar, bir taraftan duyguların değişimini anlamaya davet ederken onları kabul etmekle alakalı kıymetli bir anlatı sunar. Eğer dublajlı izlemeyi tercih ederseniz, Gupse Özay’ın “Hüzün” seslendirmesinin de oldukça keyifli bir hava kattığını belirtelim.

  1. Lego Filmi, 2014 (BluTV)

“Lego Filmi” hem çocuklar hem yetişkinler için eğlenceli bir izlence sunan çok tatlı bir yapım. Film, mutlu bir işçi olan Emmet’ın beklenmedik olayların ateşlediği bir durumda, onun her daim umutlu ve pozitif tutumuyla bir kahramana dönüşme hikayesini anlatıyor. Lego evreni üzerinden kitlelerce sevilen karakterlere ev sahipliği yapan film, bir taraftan nostaljik bir havayla sarıyor izleyenleri. Filmin ortaya en güçlü yanlarından biriyse hafif tonu ve yerinde mizahı oluyor. Yaratıcılığı kutluyor ve sıradan gözükenin içerisinden çıkmayı bekleyen bir cevher olduğunu hissettirerek ilham veriyor.

  1. Hadi Gidelim (Onward) , 2020 (Disney+)

Fantastik yapımlara özgü büyücülük, sihir, mitolojik canlılar gibi ögeleri seviyorsanız, bu filmi ailecek izlemeniz son derece keyifli olacaktır. Ancak bu evrende sadece büyü gerçek değil aynı zamanda günümüzdeki gibi gelişmiş teknoloji de mevcut. Böylece birer “Elf” olmalarına rağmen, ana karakterlerimiz Lightfoot kardeşler arabalarına binerek bir yolculuğa çıkıyorlar. Bu yolculuğu yapmalarındaki amaçsa kaybettikleri babalarını bir günlüğüne canlandırmak ve onunla vakit geçirmek. Oldukça tatlı bir evrende geçen bu yapım, duygusal derinliği olan ve izlerken buruk bir neşe veren hoş bir anlatı. Aynı zamanda bir fantastik/yolculuk filmi olması sebebiyle de pek çok izleyiciden artı puan alacaktır. Kısacası eğer fantastik yapımlardan hoşlanıyorsanız, bu filme bayılacaksınız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Begüm Erdoğan Arşivi