Anais Nin: Kendine Ait bir Venüs

Edebiyat meftunları, kadınların kaleme aldığı meşhur güncelerden konu açılınca “Virginia Woolf” derler ve orada bir dururlar. Virginia Woolf’un romanları gerçekten de 20. Yüzyılın Modernist edebiyatında çığır açan, ezber bozan eserlerdir. Ama konu günlüklere gelince benim belki biraz kirli görülen, üniversitelerde alt-edebiyat sıfatıyla küçümsenen, akademinin fildişi zirvelerinde kendine pek bir yer edinemeyen bir başka favorim vardır: Anais Nin’in günlükleri. Yirmili yaşlarım boyunca okuduğum günlükler bende çok başka bir tat bırakmış, orada çizilmiş olan hayatı keşfedilmemiş bir cevher gibi içimde saklamışımdır. 1914’ten başlayıp 1977 yılına kadar yazılmış olan bu günlüklerde sadece psikoloji bilimiyle içli dışlı olan bir kadının iç dünyasının perdelerini aralamıyorsunuz, aynı anda zamanın Paris veya New York’unu tüm bohem şairleri, ressamları, sanatçıları ve onların “deli doktorlarıyla” beraber düşe kalka gezmiş, içmiş, dağıtmış da oluyorsunuz. Bu günlüklerde cesur bir kadının, kadın olmanın ne olduğunu bazen oyunbaz, bazen keskin, bazen hayalperest bazen materyalist bir feylesof edasıyla yazdığına şahitlik edince yürekleniyor, hayat çok kısa, ben de yaşamalıyım, yaratmalıyım, geriye güzel bir şey bırakmalıyım dürtüsünü, kelime kelime alıyorsunuz. Peki kimdir bu Anais Nin diyecek olursanız, anlatayım.

anais-ninin-gunlukleri.jpg

Ele avuca sığmayan tanımı kendisi için yaratılmış olabilecek olan Anais Nin, ailesi Fransız devriminin sonrasında Küba’ya göç etmiş olarak 19. Yüzyılda Küba’da doğmuş olan bestekâr Joaquin Nin ve opera sanatçısı Rosa Cumeli’nin kızı olarak 1903’te Fransa’da dünyaya geldi. Annesi ve babası 2 yaşındayken ayrılınca, Anais annesi ve iki erkek kardeşiyle beraber önce Barcelona’ya, ardından New York’a taşınmıştı. Ergenliğine kadar Fransızca yazan Nin, çok dilli günlüklerinde, kalbinin dilini Fransızca, atalarının dilini İspanyolca, beyninin dilini de İngilizce olarak tanımlamıştır. Bu çok dillilik hali, düşüncelerine de yansımıştır. Nin liseyi terk edip sanatçıların muhitlerinde takılıp bir süre mankenlik yaptıktan sonra 20 yaşındayken hayatının büyük bir bölümünde hayat arkadaşı ve destekçisi olan Hugh Parker Guiler ile tanışır ve evlenir. Bir yıl sonra Paris’e taşınırlar. Anais, Paris’ten ilk yılında hiç hazzetmez. Orayı kirli ve yoz bulur ne de olsa Paris dekadansın merkezidir. Sonra istiridyesinin merkezindeki inciyi ısırır: Anais’i Anais yapacak olan şehir Paris’te Anais sadece kendini keşfetmekle kalmaz, başkalarının ruhunu da kırbaçlar ve derin sulara açılmalarını sağlar. Bir süre bir tekneyi kendi özel evine dönüştürür ve burada yaşar. Apartman hayatına geçtiğinde de eve takılı kalmaz, Paris’in altını üstünü getirir. Zamanın ünlü gurbetçi entelektüelleriyle takılır, ders alır, bolca raks eder, Flamenko dersleri alır. 1920’ler Paris’ine caz çağı gelmiştir, savaş sonrası insanlar carpe diem modunda hızlı yaşıyor, korkularını camdan dışarı fırlatıyordur. Anais ilk kez daha sonra onu ünlü edecek erotik edebiyatla burada tanışır. O ana kadar böyle şeylerin yazılabilir olduğunu düşünemez bile. Kadın cinselliğini öne çıkartan, kadını bir obje olarak değil merkeze yerleştiren kadın yazarlar ise neredeyse hiç yoktur. Dolayısıyla, Paris, Anais Nin için toplumun empoze ettiklerini kırıp tarihe meydan okumanın başkenti olmuştur. Burada, bir sonraki savaşa kadar yaşayan bankacı ama sanat aşığı kocası Hugh ile (ki Hugh asla sıkıcı bir “para babası” değildir, kendisi de çok güzel gravürler yapmış ve deneysel filmler çekmiş bir adamdır ve Anais’in uzun yıllar destekleyicisi olmuştur) dolu dolu yaşamış, günlerinin köpüğünü de sayfalara akıtmıştır.

PARİS VE HENRY MILLER …

Ama Anais ve Paris deyince akla gelen kocası değil, Henry Miller’dır. Zaten Hugh, kendi isteği üzerine günlüklerinden çıkartıldığı için hayatında hiç yok gibidir, o yüzden de Anais’in aşk ve iş hayatının ne kadar içinde olduğunu tam olarak bilemeyiz. Anais’in Paris yıllarına dair en çok bilinen ve belki de onun filmlere konu olmasının sebep olan yegane ilişkide üç kişi vardır. Virginia Woolf gibi farklı bir tür roman yazılabileceğini gösteren, yarı biyografik, yarı sanrı kıvamında yazılmış olan “Oğlak” ve “Yengeç Dönencesi’nin” dahiyane yazarı Henry Miller. Miller ve Anais Nin belki de zamanın en tutkulu ilişkilerinden birini yaşamıştır. Henry Miller’ın bir de June adlı eşi vardır ki Anais Nin’nin günlüklerinde bir nevi tapılası femme fatale olarak okuruz onu ama Anais ile hiç ilişki yaşamışlar mıdır, tam da bilinmez. Henry Miller Anais Nin’e ilham vermekle kalmaz, yazının, kendini deşmenin, kendi hayatından bir şeyler çıkartıp onu başka bir formda yontmanın ne olduğunu göstermiştir. Çok eşli Anais’in tek sevgilisi Henry Miller da değildir. 1930’larda psikanalize merak saran Anais, Freud’un uzun yıllar boyunca en yakını olan Avusturyalı psikanalist ve yazar Otto Rank ile bir ilişkiye girer. Hatta bir süre sonra onun muayenesinin yanına kendi ofisini açar, fakat psikanalizin kendisine göre olmadığını görür çünkü o tarafsız olamayacak, müdahale edemeyecek kadar soğukkanlı bir kadın değildir. Bu dönemdeki sevgilileri arasında John Steinbeck, Antonin Artaud, Lawrence Durel ve Gore Vidal vardır. Bunlardan bazıları, mesela Gore Vidal kendi öz-yaşam öyküsünde Anais ile olan ilişkisini yalanlasa da son yıllarda Anais Nin’in evinde yapılan araştırmalardan ortaya çıkan mektuplardan, ilişkilerinin kanıtı sunulmuş oluyor. Tüm bunları yaşarken eşi neredeydi diye soracak olursanız, Hugh anlaşıldığı üzere Anais’i bir ilham perisi gibi görüyor ve ona hiçbir zaman müdahale etmiyordur. Anais bu süre zarfında sadece hızlı yaşayıp günlüğüne not düşmüyor hem psikoloji üzerine hem de edebi yazılar yazıp yayımlıyordur. İlk yazdığı kitap kendisini ciddi bir şekilde etkilemiş olan D.H. Lawrence üzerine bir analizdir. Erotik eserlerini Henry Miller ile birlikte biraz para kazanıp eğlenmek için yazdığını söylemiştir ama 60’larda feminist eleştirmenler tarafından keşfedilmiş ve farklı bir üne kavuşmuştur.

YALAN KUTUSU

1939 yılında savaştan New York’a kaçan Anais ve Hugh, bu sefer eğlenceli ve üretken yaşamlarını buraya taşır. İşte burada Anais’in ikili hayatı da başlar. Anais 1947’de NY East Village’deki bir partide kendinden 16 yaş küçük, oyunculuk yapmış ama istediğini elde edemediği için şehri terk etmeye hazırlanan Rupert Pole ile tanışır. Hugh ne kadar güvenilir bir liman ise Rupert o kadar eğlenceli, heyecanlı bir adamdır. Hugh Rupert’tan, Rupert da Hugh’dan bihaberdir. Anais ikisinden de vazgeçmek istemez. Rupert ile kimsenin adını duymadığı Arizona’da bir yerde evlenir ama bu ilişkiyi de evliliği de saklar. Böylece daha sonra asistanlığını yapıp kitabını yazacak olan Tristine Rainer’dan öğrendiğimiz üzere bir “yalan kutusu” tutmaya başlar. Yalan kutusu aslında bir çantadır. Bir evliliği Los Angeles’ta sürüyordur. İki ayrı şehirde farklı hesap kutuları, mektup kutuları, yalanlardan mürekkep notlar vardır. Yalanlar o kadar çoktur ki, yazılması gerekirler. Hugh, neden zırt pırt California’ya gitmek zorunda kaldığını sorunca, türlü türlü bahaneler üretiliyordur. Bir hafta telefonun yasak olduğu bir inziva kampına gidiyordur, başka bir hafta üniversitenin davetlisi, konuşmacı olarak tura çıkıyordur. Her iki eş de diğerinin varlığından haberdar değildir. Böylece Anais, yalanların piri olduğunu söyleyecektir. Kimilerine göre Hugh, yıllar içinde aslında olanları fark etmiş ama Anais’siz bir hayat yerine onu böyle kabul etmeyi tercih etmişti. Kimilerine göreyse Anais’e kanser teşhisi konunca hasta yatağında her şeyi itiraf etmişti.

kitap-kapakalri.jpg

Bu trapez adını verdiği hayatın ardından 1974 yılında rahim ağzı kanserine yakalan Anais her türlü tedaviyi deneyerek hayata tutunmaya çalıştı ama 1977 yılında hayata gözlerini yumdu. Öldükten sonra külleri California’daki Denizkızı koyuna serpildi, Hugh yedi yıl sonra onu takip edince onun da külleri aynı masalsı koyun rüzgarlarına bırakıldı. Böylece Anais’in edebi eserlerinin tüm hakları Rupert’ta kaldı. O da daha önce yayımlanmamış ve sansürlenmiş pek çok eseri yayımlamaya başladı. Bugün Anais Nin deyince kimileri Türk filmlerindeki bir Cüneyt Arkın kesilip, dolu dolu bir “orospu” diyor, kimileriyse ona kadın bedeninin ve zihninin prangalarını çözen bir “wonder woman” muamelesi çekiyor. İkisi de değil. Olduğu çok iyi bir şey varsa o da kendini korkusuzca sorgulayıp yazabilme cesaretine sahip, odasının duvarlarını yıkabilen bir kadın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Pelin Batu Arşivi