Cengiz Erdil
İstanbul’a dokunmanın dayanılmaz hafifliği…
Uygarlık tarihi, kentlerin kurulmasıyla başladı. Kentler olmasaydı bilim, din, felsefe olmaz, insanlar sınıflara ayrılmazdı. Tarihte kentler kuruldu, yıkıldı, üstüne bir daha kuruldu veya yok olup gitti.
Kentler, insanlığın en büyük ayak izi olup çıktı… Dünya üzerinde ayakta kalan kadim kent sayısı çok az… Çoğu yok oldu veya harabeleri kaldı. Anadolu; batan, yok olan kentler mezarlığıdır. Tarihçilere göre, ayakta kalan ve dokunulmazlığa hak kazanmış üç kent var günümüzde; Kudüs, Roma ve İstanbul…
Kudüs ve Roma’ya fazla dokunulmadığını cümle alem biliyor, İstanbul’un ise dokunulmadık yeri kalmadı.
Eskiye saygı duyduğunu söyleyenlerden biriydi Kadir Topbaş. İstanbul Belediye Başkanıyken bir sözü vardı… “Bu kente izinsiz, tarihi dokusunu bozan bir çivi bile çakılmayacak” demişti Topbaş. 20 yılda kente o kadar çok çivi çakıldı ki, artık çıkarmak imkansız hale geldi.
İstanbul’un siluetine tecavüz eden gökdelenler yükseldi, Tarihi Yarımada’dan daha eski yerleşim yeri olan Kadıköy’ün, tam boğazı kucaklayan noktasına 20 bin kişilik cami yapılması mahkemeden döndü. İstanbul’a dokunanlar, “Yeni eserler kazandırdık” diye ruhen hafiflemiş olabilirler(!) Hem kendileri hem de beton severleri ihya ederek ağırlaştıkları ise bir gerçek.
AYAKTA ÖLEN YAPILAR DİYARI
İstanbul’da eski zamanlar deyince; tarihi neredeyse 7-8 bin yıl önceye giden bir yerleşim yeri söz konusu olan. Şimdi bir belgesel çalışması nedeniyle derinlemesine içine daldığım İstanbul’un hanlarından söz edeyim.
İstanbul, tarihin her döneminde ticaret merkeziydi. Yedi tepeli kent, tacirlerin barındığı, mal değiş tokuşu yaptığı hanlarla doluydu. Gözlerinizi kapatın 500 yıl önceye gidin… Motorlu araçların yerine o dönemde deve, at ve katır sürüleri vardı kentin sokaklarında. Kent tarihi araştırmalarıyla bilinen Rüknü Özkök’e göre, 19. Yüzyıl sonlarında sur içinde 243, Galata tarafında da 101 han sayılmış. Konumuz apartman hanlar değil… Elbette o yapılar da değerli ve korunması gerekiyor. Bahse konu ettiğimiz klasik avlulu hanlar. Bu Osmanlı hanlarının orta yerinde avlu, kenarlarında ahırlar vardı. İkinci katlarına ise odalar yani hücreler bulunuyordu. 15 ve 16. Yüzyıl yapılarıydı, şimdi ayakta ölüyor.
BÜYÜK VALİDE HAN, BALKAPANI HANI VE KURŞUNLU HAN…
Sinemanın uluslararası kahramanı James Bond’un motosikletle çatısından uçtuğu Büyük Valide Han, kentin en büyük hanlarından. Kösem Sultan, Osmanlı sarayının entrikalar kraliçesiydi, ama böyle bir eser bıraktı. Çatısından Haliç’in ve Boğazın eşsiz manzarasıyla selamlar meraklıları. Günümüzde avlusu otopark, odaları ya depo ya da atölye. Çatısı yıkılmaya yüz tutunca, motosiklet uçurulması, oturulması falan yasaklandı.
Eminönü Tahtakale’deki Balkapanı Han’ın geçmişi Bizans’a kadar gidiyor. Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra ticaret için önem verdiği bir handı. “Fetih ve Fatih’in mirasına sahip çıkıyoruz” diye nutuk atanların, hanın son halini görmesi lazım. Ayasofya’ya kadar uzanan dehliz ve depolara sahip olduğu söylenen hanın bu bölümlerini Tahtakale esnafı depo olarak kullanıyor. Avlusu bir garip eklemelerle dolu. Öncelikle tamamen boşaltılması gerekiyor, onarım sonraki iş.
Karaköy Perşembe Pazarı’ndaki Kurşunlu Hanı, Kanuni’nin veziri Rüstem Paşa yaptırmış. Kendi adıyla anılmış ama sonra Osmanlı’nın cephaneliği olunca adı Kurşunlu Han olarak kalmış. Bazı filmlerde mekan olarak kullanılan handa, daha çok metal işleri yapan atölyeler var. Bir dönem, “onarılacak, incik boncuk satan işyerleri olacak” denildi, kağıt üzerinde kaldı.
İstanbul’da Kapalıçarşı çevresinden başlayıp Haliç’e doğru yuvarlanırsanız, gizli saklı kalmış tarihi hazineleri görüp şaşırırsınız.
Bu anıt eserlere, “İstanbul depreminde yıkılacak ilk yapılar” gözüyle bakılıyor.
Uzmanlar göre, hanlarla ilgi temel sıkıntı mülkiyet sorunu. Hanların büyük bölümü, Osmanlı’nın son döneminden başlayıp 80’li yıllara kadar tacirlere satılmış. Bazı hanların 80-90 ortağı var. Ölenleri, onların yakınlarını da sayarsanız işin içinden çıkamazsınız.
Alın size dokunacağınız bir alan… Bu yapılar kurtarılmayı bekliyor.