Düğün Marşı / Jacob Ludwig Félix Mendelssohn Bartholdy

“La Cumparsita” sadece Türkiye’de “düğün müziği” olarak çalınırken, “Düğün Marşı” dünyada ya da en azından Batı’da düğünlerin değişmez renklerinden biri, gelin ve damadın kiliseden ayrılması sırasında çalınması da eskilere dayanan bir gelenek

Ayağınızı vuran yeni ayakkabılar, boğazınızı sıkan kolalı bir gömlek ve papyon (erkekler için); üzerinizde sadece bugün giydiğinizde garip kaçmayacak son derece şatafatlı bir kıyafet, ilk kez giydiğiniz korse yüzünden nefes almaya çalışırken bir yandan da üzerinde düşmeden yürümeye çalıştığınız, her zamankinden üç parmak daha yüksek topuklu ayakkabılar (kadınlar için)… İşte bu hâldeyken birden bu müziği duymaya başlarsanız ve o anda çevrenizdeki herkes size gülümseyerek bakıyorsa, siz de gülümseyin, çünkü evleniyorsunuz. Size ikram edilen şampanyanın keyfini çıkarın, hatta bir tane daha istemekten çekinmeyin, çünkü hepsini siz ödüyorsunuz…

Bizdeki düğün ya da nikah törenlerinde çiftin bahçeye/salona girişinde ya da imzaların atılmasından hemen sonra çalınması –bir zamanlar- gelenek olan bu klasik müzik parçasının adı, “Düğün Marşı”. Bestecisi Jacob Ludwig Félix Mendelssohn Bartholdy ama kısaca Félix Mendelssohn olarak biliniyor daha çok. Yine bizdeki düğünlerde çalınması gelenek olmuş “La Cumparsita” tangosundan bir yönüyle farklı bu parça; “La Cumparsita” sadece Türkiye’de “düğün müziği” olarak çalınırken, “Düğün Marşı” dünyada ya da en azından Batı’da düğünlerin değişmez renklerinden biri, gelin ve damadın kiliseden ayrılması sırasında çalınması da eskilere dayanan bir gelenek.

Jacob Ludwig Félix Mendelssohn 1809’da Hamburg’da zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Dedesi, Immanuel Kant’la birlikte Alman Aydınlanması’nın önemli düşünürlerinden olan Moses Mendelssohn, babası Abraham da Berlin’in varlıklı bankerlerinden biridir. Félix küçükken, ebeveynleri çocuklarının ileride sorun yaşamamaları için Protestanlığa geçer ve Bartholdy soyadını alır (Félix ileride Protestan olarak kalsa da Yahudi köklerine sahip çıkacak ve Mendelssohn’u soyadı olarak kullanmayı sürdürecektir). Félix ve ablası Fanny müzik konusunda çok yeteneklidirler, ilk müzik eğitimlerini annelerinden alırlar. Üniversite öncesi eğitimleri özel öğretmenlerle evde, daha doğrusu büyük malikanelerinde sürdürülür. Her iki kardeş de Latince, Yunanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, edebiyat, felsefe, tarih, müzik ve çizim konusunda iyi bir eğitim alır.

Félix on altı yaşındayken babasıyla Paris’e yaptığı bir gezide ünlü besteci Cherubini ile tanıştıktan sonra besteci olmaya karar verir. 1827’de kayıt yaptırdığı Berlin Üniversitesinde Hegel’den felsefe ve estetik dersleri alır. Şaşırtıcı bir şekilde hemen her alanda çok yeteneklidir (*).

Piyanist olarak ilk konserini dokuz yaşında verir. Dönemin ünlü hocalarından Carl Friedrich Zelter’le kompozisyon çalışır, Bach ve Handel’in bütün eserlerini inceler. Zelter onu Goethe’yle tanıştırır. Beethoven ve Schubert gibi bestecilerin mektuplarına cevap bile vermeyen, Weber’i alenen küçümseyen Goethe genç dahinin yeteneklerine hayran kalacak ve onu Mozart’la kıyaslayacaktır.

Felix on iki yaşında ilk operasını bestelemiş, on altı yaşında ilk senfonisini yazmıştır. On yedi yaşındayken ilk büyük eseri “Bir Yaz Gecesi Rüyası Uvertürü” ile adı duyulmaya başlar. Üç yıl sonra, Johann Sebastian Bach’ın tüm klasik besteciler tarafından bilinen, ancak konserlerde çalınmayan Matthäus-Passion’unu yönetir.

Burada Matthäus-Passion hakkındaki yaygın bir söylenceyi anmak gerekir belki. Denir ki, Matthäus-Passion’ın notaları parçalar halinde dönemin bestecilerinin elinde bulunmaktadır ancak tamamına sahip olan yoktur, bu nedenle eserin halk önünde icra edilmesi o güne dek mümkün olmamıştır. Bir gün Mendelssohn (başka bir söylence sürümünde annesi) kasabının et sardığı kaliteli parşömen kağıdındaki notaları farkeder ve bunun -ve et sarılmayı bekleyen diğer sayfaların- Bach’ın ünlü Matthäus-Passion’una ait kayıp nota kağıtları olduğu anlaşılır. Bu söylencenin gerçek olması çok muhtemel çünkü Bach’ın ölümünden sonra bilinen ve bilinmeyen bütün eserlerine ait nota kağıtlarının mirasçılarına dağıtıldığı biliniyor. Zaten çoğu yoksul olan mirasçılar arasından bunları parşömen kağıdı olarak satanların çıkmış olması akla çok uzak değil. Söylencenin gerçek olup olmadığı bir yana, şunu biliyoruz ki Bach’ın neredeyse unutulmak üzereyken tekrar gözde bir besteci olmasında Mendelssohn’un da payı büyük.

Üniversitenin ardından pek çok ülkeyi kapsayan uzun bir geziye çıkar. İtalya’da Berlioz, Paris’te Liszt ve Chopin’le tanışır. Liszt gibi bir entelektüel bile, bir kontes dostuna yazdığı mektupta kendisinden “Olağanüstü yetenekli bir genç. Harika çizimleri var, keman ve viyola çalıyor, Homeros’u Yunanca aslından rahatça okuyabiliyor, dört beş dili akıcılıkla konuşuyor’’ diye söz eder.

Yirmi altı yaşındayken Avrupa’nın ilk ve en önemli orkestralarından Leipzig Gewandhaus Orkestra’nın şefi olur. Leipzig’de karı koca Schumann’larla yakın dostluk kurar. Orkestra şefi olarak Bach, Haendel, Mozart, Haydn, Schubert ve Schumann’ın eserlerini tanıtmak için çaba gösterir. Yenilikçi program seçimleriyle Alman müziği için tarihsel bir vizyon oluşturmaya çalışır. Hayatı Leipzig ile Kral Friedrich Wilhelm’in müzik hayatını yeniden düzenlemesini istediği Berlin arasında bölünmüştür.

Yıllar geçtikçe ünü Prusya sınırlarını aşarak tüm Avrupa’ya yayılır, pek çok turne düzenler yurt içinde ve dışında. 1837’de Cécile Jeanrenaud ile evlenir, dört çocukları olur. 1843’te Leipzig’de Almanya’nın ilk konservatuvarını kurar. 1847’de ruh ikizi olarak gördüğü ve çok bağlı olduğu kız kardeşi Fanny’nin ölümüyle yıkılır, kendisi de kardeşinden birkaç ay sonra 1847’de ölür. Öldüğünde henüz otuz sekiz yaşındadır.

Bu büyük müzisyenin henüz on yedi yaşındayken bestelediği “Bir Yaz Gecesi Rüyası Uvertürü”,adından da anlaşılacağı gibi Shakespeare’in ünlü oyunu için yazılmış bir eser (Oyun çok daha eski, ilk sahnelenişi 1594/95, Mendelssohn uvertürünün oyunda ilk çalınmasıysa 1842’de). Aslında tiyatro oyunlarında müzik çalınmasının tarihi çok eskilere uzanıyor. Antik Yunan trajedi ve komedilerinden, geleneksel Hint ve Japon tiyatrosuna, Afrika dans ritüellerinden Amerikan yerlilerinin dinsel törenlerine kadar müzik bu gösterilerin bir parçası olagelmiş. Avrupa tiyatrosundaysa, oyunlarda klasik eserlerin çalınması 16. yüzyıldan sonra sıklıkla görülse de bunun bir norm haline gelmesi 18. yüzyıl başlarına denk geliyor. Oyunlarda genellikle dönemin bilinen parçaları seslendirilirken bazılarında da özellikle o oyun için yazılmış (günümüz filmlerinin Original Soundtrack’i gibi) eserlerin çalındığı da olmuş, “Düğün Marşı” da bunlardan biri.

“Düğün Marşı”nın evlilik törenlerinde çalınmasıyla ilgili olarak, en eski belgeler 1847’de Tiverton kentindeki bir düğün törenini gösterse de bunun yaygınlaşması Prenses Royal Victoria ile Prusya Prensi Frederick William’ın 1858'de Londra'daki görkemli düğününden sonra. Türkiye’de ne zaman yaygınlaştığıyla ilgili bir kaynak bulamadım ancak 1940’lardan sonra olması şaşırtıcı olmaz.

Elbette nikah törenlerinde ya da düğünlerde sıklıkla çalınan başka klasik eserler de var. Wagner’in Lohengrin operasından “Here Comes the Bride”, Bach’ın “Jesu, Joy of Man’s Desiring”i bunlar arasında, ancak son onyılların en gözdesi muhtemelen Pachelbel'in “Re Majör Kanon”’udur, batıdaki her iki düğünden birinde bu güzel kanonun çalındığını okuduğumu hatırlıyorum.

Tabii bir de düğün şarkıları olarak Céline Dion’un “My Heart Will Go On”u seçenler var, onlara da mutluluk dilemek ve “aman buzdağlarına dikkat” demekten başka yapacak bir şey yok…

(*) Mendelssohn’un yaşam öyküsüyle ilgili bölümlerde “

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi