Yaşar Seyman
Buhran günlerinde kitap fuarı ve bir okurun bıraktığı iz…
İstanbul’da göl ve denizin buluştuğu mekânın bahçesine kitap fuarı kurulmuş… Güneşli, sıcak bir yaz günü kitap sevdalıları yavaş yavaş geliyor. Fuarın girişinde imza için konan masalardan birine oturdum. Öyle güzel bir rüzgâr esiyor ki anlatamam. Üç mevsimin rüzgârını çok severim. Baharın serinliğini duyumsatan, yazın sıcağına tatlı bir esinti olan, sonbaharın dökülen yapraklarını savuran rüzgârlara vurgunum. Boynumdaki fularımın, açık saçlarımın birbirine dolanmasının rengârenk oluşundan hiç yakınmam. Tam tersi bu tatlı esintiye kendimi bırakırım…
Fuarın giriş kapısından orta boylu, Gandi modeli numaralı gözlüklü, spor giysili genç yaşlardan biri kitap stantlarına doğru geliyor. Kara güneş gözlüklerim beni sakladığı için onu izlediğimi görmüyor. Fuara ilgiyle gelen birinin izlenimi ile ilk stanttaki bizim yayınevine yaklaşıyor. Geliyor ve önünde duruyor. Kitapları inceliyor. Kitaplarla dostluğu olan insanlar gibi kitabı eline alıyor, kapağı incelemeye başlıyor. Arka kapağa bakıyor. İçindeki sayfaları şöyle bir havalandırıyor. Arka kapaktaki yazıları okuyor. Bırakıp yeni bir kitap alıyor. Aynı eylemi sürdürüyor. Stantta oturan beni görmüyor. Çok belli ilgisi sadece kitaplarla…
İnceleme sonunda benim kitabımı eline alıp ön ve arka kapağına bakıyor.
“Bu kitap kaç lira?”
Kamuran “60 lira” diyor.
“Çok pahalı değil mi?”
“Fuar indirimi var.”
“Ne kadar olur.”
Kamuran aynı ses tonuyla şu kadar deyince yine aynı ses tonuyla “Çok pahalı değil mi?”
Alsın istiyorum. Kamuran’a dönüp onu da incitmeden “Yazar indirimi yapın” diyorum. Duymadan standın önünden ayrılıyor. Standın içine dalıyor. Biz söyleşi yapacağımız arka bahçeye gidiyoruz. Ağaçların gölgesinde oturan dinleyicilere, biz, iki yazar güneşin altında sesleniyoruz. Söz konusu sanat olunca, sanat konuşunca güneşi, rüzgârı, kendimi unutup konuşmanın heyecanına bırakıyorum. Biliyorum sorun çok, sanatın dilinden, gücünden yararlanarak çözüme ulaşılır. Çünkü sanat bu konularda çok da masum değil ve sanatla uygulanan projelerin başarı şansı çok yüksek. Bir kitabın, bir bestenin, bir tablonun yaratısını düşünmek ve o yaratının güzelliğinden hoşnut olmak istiyorum. Öyle güçlü sözler, dizeler, imgeler var ki alır seni, izini de bırakır gider.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun söylediği gibi “Seni düşünürken bir çakıltaşı ısınır içimde”…
Sanat konulu söyleşide başköşede kitaplar olunca Gandi gözlüklü okurun kitapları eline alışı, bakışı, okuyuşu ve sonunda almak istediğinde “Çok pahalı değil mi?” sorusunun da izi kalıyor. Kitap okuru ötesi bir kitapsever olduğu nasıl da davranışlarında yansıyordu.
“Şeytan ayrıntıda gizlidir” diyenlere tam yirmi iki yıldır “Ayrıntı uygarlıktır” diyenlerdenim… Gözlemlerken onun kitaplarla nasıl da güzel bağ kuruşunu yakalıyorum. İlk girdiği yayınevi standında ücretsiz kitap kataloğu alıp ayrıldığını gördüm.
Söyleşi de bitiyor. Coşkulu alkışların sevinciyle kitaplarımı imzalayacağım masaya doğru yürüyorum. İmza masası ile para ödenen kasa öyle yakın ki “Kitabın fiyatı ne kadar” diyen her okurun sorusu “Çok pahalı değil mi?” yanıtı ile birlikte zihnimde yankılanıyor. Oysa Korona nedeniyle uzunca bir müddet kitap fuarlarından, imzalardan ne de uzak kaldık. O zor günlerde sloganımız “Evde kal, kitapla kal” olmuştu.
Kitap dosttur, kitaplara sığınırız, yenidünyalar tanır hatta “Aşkı kitaplarda öğreniriz” diyen gerçek okurlar kitap fuarlarına koşuyor, bu kez de ekonomik krizle buluşuyor. Korona sorunu kitap satışlarını vuruyor, virüs sıkıntısı ekonomik krize evriliyor…
İmza günüm de bitiyor…
Başımı kaldırıyorum. Karşımda son okur Gandi gözlüklü genç, beş kitabımdan fiyatı en düşük olanı imzalamam için uzatıyor.
Yüzümde tebessümle “Merhaba” diyorum.
“Kime imzalamamı istersiniz?”
İsmini ve soyadını söylüyor, aldığı kitabı imzalıyorum.
Ve ona diyorum ki her imzada istediğim bir kitabımı günün armağanı olarak son okura imzalıyorum.
Gandi gözlüklü okurun çok pahalı diye alamadığı kitabımı armağan etmenin sevinciyle günün son imzasını atıyorum…